PİYASA, AKLIN VE TANRI’NIN YERİNİ Mİ ALDI?

14.04.2011 tarihinde Cumhuriyet Kitap için Celal Üster ile yapılan görüşme.

“Sanat Mezat” kitabı üstüne Ali Artun’a sorular:

Celal Üster: Don Thompson’ın “Sanat Mezat” adlı kitabı, İletişim Yayınları’nca sizin editörlüğünüzde yayımlanan sanathayat dizisinin 21. kitabı. sanathayat dizisinin temel yaklaşımından söz eder misiniz?

Ali Artun: 1980lerde baş gösteren “tarihyazımının krizi” sanat tarihinin geleneklerini de parçaladı. Bundan sonra giderek piyasaya odaklı bir sanat yazını oluşmaya başladı: Sanatla finansı bireştiren ve giderek “sanat yönetimi” disiplinini oluşturan yayınlarla, tarihi adeta müzayede fiyatlarının yazdığı bir popüler veya “güncel” tarih. Yani, gazetelerin sanat sayfalarını her geçen gün daha fazla işgal eden ve sanatı magazinleştiren bir tür. Ancak sanatı tarihsizleştiren ve eleştiriyi tasfiye eden bu egemen yazın karşısında yeni bir sanat tarihi çığırı açıldı. Bu çığır, 19. ve 20. yüzyıl eleştirel düşünce geleneğini, Marksizmi, Frankfurt Okulunu, ’68 sonrası Paris filozoflarını, v.b. sanat düşüncesiyle eklemliyor, çok güçlü olan formalist tarihi parçalıyordu. Şimdi bu sayede, estetik modernizmin ve avangardın tarihi yeniden yazılıyor. Romantik devrimle başlayan sanatın büyük özerkleşme hareketi keşfediliyor. Bu hareketin zamanımızda nasıl çözüldüğü teşhir ediliyor. İşte sanathayat dizisi de bu yaklaşımı temsil ediyor. 500-1000 gibi küçük tirajlarla basısa da bazı kitaplar beş, altı baskı yaptı. Sanıyorum “sanathayat”, aynı mahiyetteki kitapların yayınındaki tırmanışta da oldukça etkili oldu.

Celal Üster: Anladığım kadarıyla, Thompson’ın kitabının özgün adı, “12 Milyon Dolarlık Köpekbalığı: Çağdaş Sanatın ve Müzayede Evlerinin Tuhaf Ekonomisi”. Ama Türkçe basımda bu ad, altbaşlık olarak kullanılmış; kitap “Sanat Mezat” adıyla yayımlanmış. Bunun nedenini açıklar mısınız?

Ali Artun: Kapak grafikleri kadar başlıkların da, dizideki değişik kitapların birbirleriyle eklemlenmelerini göstermesi için çaba harcıyorum. O nedenle özgün başlığı kapakta korumakla birlikte nadiren konuyu vurgulayan kimi ekler yapıyorum. Bu defa da öyle oldu. Bir de, “haraç mezat” deyişinin câzibesine, anlam zenginliğine direnemedim doğrusu.

Celal Üster: “Sanat Mezat” adlı kitapta, küreselleşmeyle birlikte finans dünyasını yöneten spekülasyonun giderek sanatı da teslim aldığı, bu süreçte müzayedenin sanatın değerlendirildiği bütün öteki ortamların önüne geçtiği, sanat tarihi ve eleştiri üzerinde bir hegemonya oluşturduğu anlatılıyor. Bu bağlamda, uluslararası müzayede kuruluşlarının son dönemde çağdaş Türk sanatına da el atmasını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Ali Artun: Emlâk borsası, elmas borsası gibi, sanatın da borsalaşması, bir finans ve spekülasyon aracı durumuna gelmesi küreselleşmenin bir sonucu. Bugün artık bir metropolün pazarlanması için, diğer metropollerle rekabet edebilmesi için sanatının da para etmesi, küresel piyasaya endekslenmesi gerekiyor. Üstelik İstanbul bu konuda, Dubai, Delhi, Hong Kong, Şangay gibi rakiplerinden oldukça geride. Benim kaldıramadığım, bütün bu müzayedeleşme girişimlerinin, bizde sanatın tarihsel kutsallığı adına, sanata , sanatçıya ve kamuya bir hayır yapılıyormuş gibi sunulması.. Yaratılan havaya bakarsanız, sanki yüz elli yıldır Batılılaşmak için çırpınan Türk Sanatı, sonunda Batılılığını satın alıyor. Ama ne yazık ki Batılılaşmanın geçerliğini yitirdiği çok-kültürlü bir dünyada.  

Celal Üster: Bu olgu, yalnızca müzayede ortamıyla mı sınırlı? Örneğin, sanat galerilerinde düzenlenen sergilerden yapılan satışlar da, aynı mekanizmanın bir parçası değil mi?

Ali Artun: Spekülasyon galerileri de, diğer sanat ortamlarını da teslim alıyor. Artık bir eserin hangi galeride sergilendiği, kimin bu eseri aldığı, yer aldığı koleksiyonlar kadar, kataloglar, haberler ve ilgili bütün yayınlar spekülatif olarak değerlendiriliyor; veya yaygın terimiyle, markalandırıyor. Hele bu eser bir müze koleksiyonuna girmişse, ya da bir müzede sergilemişse fiyatı birden fırlayıveriyor. Yüksel Arslan’ın Santral sergisinden sonra örneğin, böyle bir spekülatif tırmanma yaşadık. Kısacası sanat eserinin dolaşımındaki her durak onunla ilgili spekülatif bir etki doğuruyor. Üstelik bunun önüne geçmek ne sanatçıların, ne de tacirlerin, küratörlerin, koleksiyonerlerin elinde değil. Artık bu iş, sanatın anlamlandırılmasının egemen bir boyutu. Ve tabi estetik normların silindiği, her şeyin sanat herkesin sanatçı olabildiği bu koşullar fena halde manipüle ediliyor.

Celal Üster: Sanat yapıtlarının piyasanın dışında, piyasadan bağımsız bir yaşam sürmesi günümüzde mümkün mü? Bunun mümkün olduğu bir ortamın oluşması için ne yapılabilir?

Ali Artun: Sanat piyasasını incelerken, onun başta sanatı kilisenin ve sarayın himayesinden kurtardığını unutmamak gerekir. Modernizm ve avangard galerileriyle birlikte örgütlenir. Ancak, 19. yüzyıl sonunda sanat galerilerinin ve müzayedelerinin yükselmesiyle aynı zamanda ortaya çıkan modernist estetik bir yandan da piyasanın iktidarını yıkmak, popüler beğeniye bağımlı olmaktan kurtulmak için uğraşır. Öyle ki bu mücadele, 20.yüzyıl sanat ve edebiyatının başat bir estetik motifi haline geliyor. Modernizmin babası sayılan Baudelaire’in bu konudaki çaresizliğini ifade ettiği dizeleri hatırlayın; sonra dada performanslarını ve bütün performans sanatını, kavramsal sanatı, çevre sanatını, Arte Povera hareketini, Manzoni’nin konservelediği kakasını, Duchamp’ın şişelediği Paris havasını , Yves Klein’ın sattığı ve altın olarak tahsil ettiği bedelini Seine nehrine attığı “maddi olmayan alan”ları, hayali parselleri…Situasyonizmin önderi Guy Debord içinse sanat 1968 Mayıs’ında Paris’in ele geçirilmesidir.  İşte sanat için hayati olan bu arayışın, direnişin sürmesidir. Deleuze, “sanat direnmektir” diyor. Şimdi piyasanın, aklın ve Tanrının yerini aldığı söylenen çağımızda sanatın piyasa hegemonyasından özgür olduğuöne sürülemez. Ama ne sanatın,  ne de sanat tarihi ve eleştirinin direnme gücünü yitirdiği de iddia edilemez. Ayrıca, kültürün özelleştirilmesiyle birlikte sanata yatırılan para inanılmaz ölçülerde şişmiş ve bu da bir grup müzayede zengini sanatçı yaratmıştır ama sanatçıların büyük çoğunluğu kamusal kültür polikalarının yürürlükte olduğu dönemlere göre fena halde yoksullaşmıştır. Buna karşın medyaya ve müzayedelere çıkmasa da sanat yapmaya devam etmektedir.