MÜZECİLİKTE KAMUSALLIĞIN KAYNAKLARI VE ÖZEL MÜZELER

21-27.05.2007 tarihinde Ankara’da VEKAM tarafından düzenlenen “26. Müzeler Haftası Geçmişten Geleceğe Türkiye’de Müzecilik Sempozyumu I” kapsamında yapılan konuşma. “Geçmişten Geleceğe Türkiye’de Müzecilik I Sempozyum Bildiriler Kitabı” içinde (Ankara: VEKAM, 2008), s. 97-103.

Hemen her alanda olduğu gibi müzeolojide de bir çağ dönüşümü yaşanıyor. Bir dönem kapanıyor: 18. yüzyıldan başlayarak, özellikle müze çağı denen 19. yüzyılda kurulan kamusal müzeler yavaş yavaş geri çekiliyorlar ve onların yerine özel müzeler kuruluyor. Modernliğin diğer kurumlarının yanı sıra müzeler de, tarihteki geçiş dönemlerine özgü bir çatışma, karmaşa, belirsizlik sürecinden geçiyor. Gayet tanımlı, rasyonel bir tasavvur olan kamusal müzelerin yerine geçecek yeni müzelerle ilgili izlenemeyecek kadar çok düşünce, politika, model var ortada. Neredeyse her yeni müze yeni bir model. Gerçekten hiçbir dönemde yayınlanmadığı kadar zengin bir müzeoloji literatürüyle karşılaşıyoruz. Bu durumu ben özellikle bizim açımızdan olumlu buluyorum. Çünkü biz de bir arayışa girip, kendi sanatımızın tarih sahnesine ilşkin yeni modeller geliştirebiliriz. Müzeleşme, sanatımızı tarihselleştiren çalışmalara yönelik bir güdü yaratabilir.

Müzeolojide yaşadığımız dönüşümün şiddetine bir örnek vermek bakımından, ilk önce sabahki oturumda üzerinde durulan müzmin bir soruna değinmek istiyorum. Bu sorun, Batı’nın talan ettiği eserlerin ait oldukları kültürlere iadesiyle ilgili; 18.yüzyıldan beri süren “yılan hikayesi”. 18./19. yüzyılda kurulan topyekûn uygarlığı temsil etme iddiasındaki “evrensel müzeler”, bütün farklı kültürleri aynı mekanda teşhir etme gibi bir dava peşindeydiler. Bu dava tarihsel çevrenin talanını meşru gösteriyordu. Oysa bugün bakıyoruz; aynı müzeler bu eserleri ihraç etmeye veya “satmaya” başlıyorlar.En şaşırtıcı olan evrenselliğin ve modernliğin merkezi sayılan, Fransız ulusunun onuru Louvre. Yakında Louvre, 1.3 milyar Euro karşılığında Birleşik Arap Emirlikleri’nin merkezinde Louvre Abu Dabi’yi açacak. Guggenheim da büyük kazançlar karşılığında en büyük müzesini burada kuruyor. Şimdi bu örneklerden hareket ederek, Guggenheim İstanbul’u özleyen birileri diyebir ki, “Sayalım paraları Metropolitan’a, Ankara’da bir şube açsın ki, biz de böylece Anadolu’dan kaçırılan eserlere kavuşabilelim”!

Bütün bu hengâme içinde, özel müzeleri inceliyebilmek için en önce onları kamusal müzelerle, sanatın kamusallaştığı ortamlarla kıyaslamak gerekir. Ama bu kadar kısa bir zamanda, ben bu konuda ancak kimi satırbaşlarına değinebileceğim. 18. yüzyıla kadar soylulara, imparatorlara ve nadiren alimlere ait olan özel koleksiyonların kamuya açılmasında en etkin olan hadise Salon sergileri. Bunlar, 1699’dan başlayarak Fransız Akademisi’nin kendi üyeleri arasında düzenlediği sergiler. Sadece akademi ve bu kurumun bağlı olduğu saray çevresine açık. Louvre Sarayı Apollon Salonu’nda yer aldıkları için Salon sergileri olarak anılageliyor. Bu sergiler 1730’larda kamuya açılıyor. Bunun üzerine genellikle edebiyatçılardan oluşan kimi aydınlar bu sergilerdeki eserler üzerine yazılar kaleme alıyorlar. Amaçları kamuyu aydınlatmak. Bu yazıların en önemlileri, Aydınlanma’nın önderlerinden büyük ansiklopedist Didero’ya ait. 1759-1781 arasında düzenlenen dokuz Salon sergisi üzerine. Bu metinler eleştirinin başlangıcı sayılır. Böylece, sanatı tanıma olanağına kavuşan bir takım yazarlar, kamu adına sorumluluk alarak sergiler hakkında kamuyu aydınlatmayı bir görev bilirler. Dolayısıyla sergi ortamları, müzeler, giderek eleştirinin serpildiği, sanatla ilgili incelemelerin, sanatla ilgili kuramların geliştiği, Habermas’ın tanımladığı anlamda birer kamusal mekan haline gelir.

Estetiğin ve modern sanat tarihinin temel eserleri de, Salon sergilerinin ve eleştirinin başlamasıyla aynı yıllarda yayınlanıyor: Bunlar Baumgarten’in Aesthetica kitabı (1750) ve Winckelmann’ın “Antik Dönem Sanat Tarihi” (1764). Modern anlamıyla sanat da aynı dönemde ‘icat’ oluyor. Eleştirisiyle, müzeleriyle, tarihiyle, estetiğiyle, felsefesiyle, üniversitelerde edindiği yerle, piyasasıyla, galerileriyle birlikte doğuyor. Daha önce loncaların, prenslerin, soyluların himayesinde olan sanat, böylece kamusallaşarak özerkliğini kazanmaya başlıyor ve bu sayede 19. yüzyıl biterken modernizm uyanıyor. Bu süreçteki en etkin güçlerden biri eleştiri. Ve eleştiri de kamusallıkla iç içe; eleştiri kamusallığın olmazsa olmaz bileşeni.

Kamusal müze dendiğinde başta Louvre Müzesi anılır. Gerçi Louvre’dan önce, özellikle İngiltere’de kamuya açılan müzeler vardır. Örneğin British Museum, bir derneğin yürüttüğü kamusal girişim sonucunda 1759 yılında açılır. Ama Louvre bir devrimin eseri. 1793 yılında halkın kraliyet koleksiyonlarına, hazinelerine; soylulara ve kiliselere ait özel koleksiyonlara el koyması sonucu kamunun malı oluyor. Dolayısıyla bu anlamda, yani halkın kendine ait olduğunu iddia ettiği bir hazineyi devralması dolayısıyla, ilk kamusal müzenin Louvre olduğu kaydedilir. Ayrıca Louvre modern küratörlük disiplini bakımından da, daha sonraki bir çok müzeye model oluşturacaktır. Gerçekten de Winkelmann tarihinin –modern sanat tarihinin- sahnelendiği, cisimleştiği, canlandırıldığı ilk müze Louvre’dur. Bir anlamda sanat tarihi bu ilk kamusal müzede kurulur. Dolayısıyla tarih, kamusal müzenin eleştiriden sonraki ikinci vaz geçilmez bileşeni olarak belirir.Müze bir tarih sahnesi, zamanın mekanı.

19. yüzyılda kurulan, bütün uygarlığı temsil etme iddiasındaki kamusal müzelerde (Louvre, Ermitaj, British Museum , Berlin Altes, Prado, Viyana Kunsthistoriches) sergilenen tarih artık insanların kendi tarihidir. Monarşi müzelerindeleri olduğu gibi bir takım uluların, azizlerin egemenliğinin tarihi değil. Monarşiye karşı kazanılan zaferin, ulusların kurulmasının; insanın aklının, bilgisinin, ilerlemesinin, uygarlaşmasının, evrenselliğinin ve bireyselliğinin tarihidir. İnsanın eşitliğinin, özgürlüğünün, demokrasinin tarihidir; yurttaş olmanın tarihidir. Yurttaşlar kendi müzelerinde kendi yazdıklarına inandıklarına bir tarihi izlerler ve böylece kaderlerinin doğaüstü bir gücün değil de, kendi ellerinde olduğuna inanırlar. Ancak bir de madalyonun öteki yüzü var: bu müzeler, Avrupa-merkezli bilgi rejimini ve siyasi rejimi dünyaya dayatan sömürgeciliğin meşrulaştırıldığı sahneler.

Louvre’u model alan modern, yeni müzelerin sergilediği eserlerin önemli bölümü, doğal olarak eski, monarşik dönemlerin, Rönesans’ın koleksiyonlarına ait. Yani imparatorların, aristokratların, ve alimlerin özel nadire kabinelerine ait. Onların egemen olduğu eski zamanlarda gene onları yüceltiyor; onların ihtişamlarını, mutlaklıklarını hem örgütlüyor hem de teşhir ediyor. Örneğin Medici Hanedanı asil bir soydan gelmiyor. Gombrich’e göre, Mediciler bu eksikliklerini sanatla dolduruyorlar. Palazzo Medici, Uffizi, Palazzo Pitti gibi kurdukları müzelerle ve geliştirdikleri özel himaye sitemiyle neredeyse bütün Rönesans kültürünün hamisi haline geliyorlar. Bunun verdiği güçle hem bankacılık sistemlerini, hem siyasi etkinliklerini bütün Avrupa’ya yayıyorlar. Asil olmamalarına karşın iki Fransız kraliçesi bir de Papa çıkarıyor Medici hanedanlığı. Bu başarıda, kurdukları özel koleksiyonlar son derecede etkin. Ama Medici’lerinki gibi özel koleksiyonlar modern kamusal müzelerde sahnelenmeye başlayınca, öyle bir tasnif ve teşhir ediliyorlar ki, eski sahiplerinin değil, onların egemenliğine son veren halkın, ulusun, devletin gücünü temsil ediyorlar. İşte bu ‘büyü’yü kamu adına gerçekleştirenler küratörler; başta Louvre’u kuran, modern küratörlerin piri Vivant Denon.

Şimdi, 1980lerden bu yana, kamusal varlıkların özelleştirildiği bir dönem yaşıyoruz. Bu arada yoğun olarak kültür de özelleşiyor. Himaye rejimi, yurttaşların, kamunun denetiminden özel şirketlerin ve servetlerin denetimine geçiyor. Müzeler de bu dönüşümlere ayak uyduruyor ve giderek korporasyonlara -büyük küresel şirketlere- özgü yönetim ve anlamlandırma -iletişim- disiplinlerine teslim oluyor. Sanki modernlik öncesi dönemlerin, 18. ve 19. yüzyıl öncesi dönemlerin özel himaye rejimlerine dönülüyor. Ancak burada temel bir fark var: Bu yeni özel müzeler eskileri gibi sahipleri dışındakilere kapalı değil. Tam aksine olabildiğince kalabalık bir izleyici kitlesini veya bir müşteri kitlesini çekmek istiyorlar. Hatta bu giderek çok öncelikli bir amaç niteliğini alıyor. Müze, tüketim kültürünün, moda, alış-veriş merkezi, futbol maçı gibi diğer gösterileriyle rekabet eden başka bir gösteri havasına bürünüyor. Bu süreçte, yani bu kültürün ve ve müzelerin özelleşmesi sürecinde, müzeler, bütün müzeologların kabul ettiği gibi, özerkliğini ve kamusallaşma sayesinde inşa ettiği birikimi yavaş yavaş kaybediyor. Tabii, başta eleştiri ve tarih.

Bunun farkında olan ciddi müzeler ve müzeologlar yeni kamusal politikalar geliştiriyorlar. Tarih ve eleştirel gibi kamusal müzenin iki temel öğesini canlı tutmaya çalışıyorlar. Mimarisinden grafiğine kadar her ayrıntıyı bu yeni kamusal rejimlerine göre tasarlıyorlar ve sonunda başarılı da oluyorlar. Örneğin, müzeyi bir mimari gösteriye ve bir işletme zincirine dönüştüren politikaların simgesi sayılan Guggenheim Bilbao’nun balonu sönüyor. (Britanya Hava Yollarının Londra-Bilbao direkt uçuşları kalkmış.) Oysa New York Modern Sanat Müzesi (MOMA) ve Tate Modern gibi kamusal gelenekleri terk etmeyen müzeler, eleştiri ve tarih alanlarındaki etkinliklerini zenginleştirerek izleyicilerini arttırıyor. MOMA’nın yöneticisi Glenn Lowry, müzenin heşeyden önce, tarih ve eleştiri gibi alanlarda olduğu kadar bizzat müzeoloji konularında da bir laboratuar olması gerektiğini belirtiyor.

Kamusallık deneyimi oldukça sınırlı olan Türkiye’de, kültürün, müze gibi kültürel kurumların, birden bire devletten şirketlere mal olduğu bir dönemde, kamusallığa önem veren çağdaş müzeolojik çalışmaların incelenmesinin ve uygulanmasının yaşamsal olduğunu düşünüyorum.

Teşekkür ederim.

 

Soru-Cevap bölümü:

- Guggenheim ‘post-modern’ müzeciliğin en uç örneği ve Amerikalı müzeologlar tarafından sürekli yeriliyor. Örneğin ona müzeolojinin Enron hadisesi diyorlar. Ama ben öyle düşünmüyorum. Guggenheim küresel bir müze olarak örgütlenmeye 1989’da başına Thomas Krens’in geçmesiyle başlıyor. Thomas Krens küresel korporasyonların örgütlenmesini örnek alan bir müzecilik zinciri veya ağı kurma sevdasına kapılıyor. Bunu da kısmen gerçekleştiriyor. Bilbao, Venedik ve Berlin’de Guggenheim tutuyor. Ancak Las Vegas’da bir gazino kompleksinde, birini Hermitaj’la birlikte kurduğu iki müzeden Rem Koolhaas’ın tasarladığı kapanıyor. Rio, Taiwan ve Salzburg’daki girişimleri de sonuçlanmıyor. En sonuncu proje, en pahalısı ve en büyüğü: Abu Dabi Guggenheim. Sonuçta yaptıklarıyla söyledikleri tutuyor Krens’in. Yani kimseyi aldatmıyor, Enron Şirketi gibi kimseyi dolandırmıyor. O modernlikle başlayan sanatın artık tükenmekte olduğuna inanıyor. Onun için, “ben mimarlık satıyorum” diyor ve müzesini öncelikle korporasyonların hizmetine açıyor. Armani sergisi düzenliyor, BMW ile işbirliği yaparak motosiklet sergilediği bir Motorcycle Art sergisi yapıyor. Korporasyonların yönetim disiplinini –corporate management- benimsiyor ve sanattan önce müze mekanına ve bu mekanı işletmeye öncelik veriyor. Bunları da gayet açıkça savunuyor. Örneğin, “müzeyi Mc Donalds’laştırıyorsunuz” diye onu suçluyorlar, o ise cevaben ‘keşke’ diyor. Yani riya yok Thomas Krens’de.

Önceki konuşmalara ilişkin bir iki noktaya da burada değinmek istiyorum:

-İzmir’de 1974 yılında kurulan Yaşar Eğitim ve Kültür Vakfı, kuruluşundan da önce, 1967’den başlayarak bir resim yarışması düzenliyor ve bu yarışmada seçilen eserlerle bir sanat müzesi açmayı amaçlıyor. Gerçi bu müze 1985 yılında açılıyor ama, tasarının gerçekleşmeye başladığı tarih esas alınırsa belki de ilk özel müze tasavvuru bunu saymak gerekir.

-Sabancı Üniversitesi Müzesi kurulmak üzereyken, fikir üretmek amacıyla düzenlenen, kimi tarihçi, müzeci ve Üniversite yöneticilerinin çağrıldığı uluslararası bir toplantıya ben de katıldım. Türkiye’de bir üniversitesi müzesi nasıl olmalı konusunda tartıştık, önerilerde bulunduk. Ben yakında açılacak Santral Müzesi’yle ilgili olarak da bir buçuk yıl kadar kafa yordum. Ardından İstanbul Modern de yönetimlerinde görev almam için öneride bulundu. Ama bu girişimlerin hiçbiri benim düşüncelerimle uyuşmadı. Örneğin bir üniversite müzesi dediğiniz zaman, bu müzenin çalışmalarının akademik bir sanat tarihi programıyla eklemlenmesi gerekir. Yani biri ötekinin laboratuarı gibi olmak durumunda. Oysa şimdi, Sabancı Üniversitesi ile Sabancı Müzesi arasında o benim vakti zamanında ki toplantıda oldukça ayrıntılı olarak önerdiğim gibi bir bir eklemlenme yok. Dolayısıyla Sabancı Üniversitesi Müzesi, niye bir üniversite müzesidir ben anlayabilmiş değilim. Müze ile tarih bağlantısına ben çok önem veriyorum. David Eliot değindi. Deneyimli bir müzeolog olarak İstanbul’da bir müzenin başına geliyor ve ilkin sanat tarihimizle ilgili temel bir anlatının olmadığını fark ediyor. Bir müze, zamanın inşa edildiği, tarihin inşa edildiği ve bunlar sayesinde kimliklerin kurulduğu bir ortam. Çünkü insanlara “işte senin tarihin” diyor, ayna tutuyor. Bir takım koleksiyonların birer servet gibi teşhir edildiği müzeler kamusal sayılamaz. Mutlaka müzeyi müze yapan konularda öneride bulunmalısınız; tezleriniz olmalı ve bunları tartışmaya, eleştiriye açmalısınız. Örneğin yakınlarda, Centre Pompidou bünyesindeki modern müze, bütün koleksiyonunu baştan aşağı yeniden düzenleyerek, 20. yüzyıl Fransız sanatına ilişkin farklı yorumlar, okumalar, yeni bir anlatı sundu.