SANTRALİSTANBUL’UN ENERJİSİ

13.09.2007 tarihinde Radikal gazetesinde yayınlanmıştır.


Türkiye’de müze olarak tasarlanan ilk yapı, 1891’de inşa edilen şimdiki İstanbul Arkeoloji Müzesi’dir. Hemen karşısındaki Güzel Sanatlar Akademisi ve yanıbaşındaki kütüphanesiyle, sakin bir avlu çevresinde, saltanatsız ama gururlu bir müze kompleksi oluşturur. Tıpkı, ilk müze sayılan İskenderiye Müzesi (MÖ 4. yüzyıl) ve ona öykünen, 19. yüzyılın ‘aydınlanmış’imparatorlukları tarafından kurulan modern müzeler gibi, müzeyi akademi ve kütüphaneyle bütünleştirir. Ve yine onlar gibi, gücünü yücelttiği sarayın mahalline yerleşir. Böylece, Topkapı Sarayı’nın dört yüz yıllık koleksiyonlarına, nadire kabinelerine de komşu olur. Kurulduğundaki adlarıyla, Müze-i Hümayun ya da İstanbul Müzesi, Londra (British Museum/1759), Paris (Louvre/1792), St. Petersburg (Ermitaj/1853), Madrid (Prado/1819), Berlin (Altes/1828),Viyana (1891) gibi diğer kraliyet müzeleriyle kıyaslandığında, hiç de geç kalmış bir girişim değildir. Kurucularından büyük müzeolog Halil Edhem’in sözleriyle “Avrupa’nın en yeni müze”sidir. İstanbul Müzesi’nde, antik eserlerin yanı sıra, Osmanlı ressamları ile Batılı ustaların tablolarını kapsayacak yeni bir koleksiyon oluşturulması ve sergilenmesi de öngörülür. Bu işi Akademi üstlenir. Bir yandan, modern müzeoloji ve sanat tarihi disiplinlerinin icat ettiği ulusal ekolleri temsil eden şaheserlerin kopyalarının sağlanması için Paris, Münih, Berlin,Viyana ve Madrid müzeleriyle ilişkiye geçilirken, diğer yandan minyatür sanatının ve çağdaş Osmanlı resminin bu koleksiyona katılacak eserleri derlenir. 1915 yılından başlayarak Akademi salonlarında sergilenmeye başlayan bu koleksiyonu Halil Edhem kataloglar. Böylelikle İstanbul Müzesi de, ‘sanat tarihinin babası’ Winckelmann’ın yazıp, Louvre Müzesi’nin sahnelediği modern temsil düzenini tamamlayarak, 19. yüzyılı müzeler çağı yapan Avrupa’nın evrensel-ulusal- kamusal-ussal müzeleri arasına katılır. Bu sayede, Fatih’in saray nakkaşı Sinan Bey ile Tiziano, İbrahim Çallı ile Goya buluşur. Arkasından hepsi, ortak geçmişlerini temsil ettikleri varsayılan, müzenin antik döneme ait bölümündeki Yunan ve Roma heykeltraşlarının peşine dizilir. Sonuçta, Halil Edhem’in kataloğunda, “Türk Resim Okulu”, İtalyan, İspanyol, Flaman, Fransız, İngiliz, Alman ve Rus ulusal okulları ile aynı tarihsel anlatıda ve bu anlatıyı cisimleştiren aynı müze sahnesinde birleşir. Benedict Anderson’ın 19. yüzyıl ulusalcılığının “grameri” saydığı ve “nüfus sayımı, harita ile müzenin” oluşturduğu üç ögeden biri gerçekleştirilmiş, yer yer kullanılan diğer bir adıyla “Türk Ulusal Müzesi” kurulmuştur. Hakiki anlamıyla ‘İstanbul Modern’ bu müzedir.

Şimdi, İstanbul Müzesi’nden yüz yirmi yıl kadar sonra, ilk kez bir yapı sanat müzesi olarak tasarlanmış ve yine ilk kez sanatı yeniden tarih sahnesine taşımıştır. Bu müze, 8 Eylül’de açılan Santralİstanbul’dur. Müzenin açılış sergisi olan “Modern ve Ötesi”, II. Dünya Savaşı sonrasında sanatımızdaki modernist dönüşümün bir draması olarak görülebilir. 1994 yılında Ankara’da düzenlenen “1950-2000” Sergisi sayılmazsa, Batı müzelerinde izleyegeldiğimiz böyle bir dramaya aşina olduğumuzu söyleyemeyiz. Çünkü Cumhuriyet’in kurulmasının hemen ertesinde birçok arkeoloji ve etnografya müzesi açılmasına rağmen, İmparatorluk Müzesi’ne ait sanat koleksiyonunu içine alan ilk sanat müzesinin açılması 1937 yılını bulmuştur. Üstelik İstanbul Devlet Resim ve Heykel Müzesi açılmasından neredeyse bir yıl sonra kapanmış, ancak 1951’de yeniden hizmete girebilmiş ama bir türlü modern müzelerin üstlendiği ‘yurttaş yetiştirme’ görevini yerine getirememiştir. Bu başarısızlıkta, ulusun kökleriyle bugününü bağlayan farklı anlatılar arasındaki çatışmalardan kaynaklanan bir müzeolojik temsil zaafiyeti rol oynamış ve bir daha Halil Edhem’in başardığı ‘Avrupalı’ yekpare bir drama müzeleştirilememiştir. Son yıllarda kabaran özel müze ve monografik sergi dalgasındaki girişimler ise, evlerde ve depolarda saklı kalan binlerce eseri ilk kez göz önüne getirmekle birlikte, sanatımızı tarihiyle kavuşturacak bir tasavvura sahip olmamışlardır. Sonuçta ‘Türk Sanat Tarihi’, büyük ölçüde ressam-eleştirmen-küratör-tarihçi Nurullah Berk’in incelemelerinden derlenen ve Osmanlı Ressamlar Cemiyeti’yle başlayan mesleki dernekleşmeleri temel alan bir kronoloji çevresinde yazılagelmiştir. Üstelik, müzesizlik ve galerisizlik nedeniyle sanat erişimi son derecede sınırlı kaldığından, bu ‘tarihler’, sanat eserlerine odaklanmak yerine, metinden metine devrolmak suretiyle aynı dönemselleştirme şemasının yeniden üretildiği bir bilgi dağarcığına saplanıp kalmışlardır.

Santralİstanbul’un açılış sergisinde beliren fark, bu yoksunluğu, bu kısır döngüyü kırarak, sanatımız üzerine yeni tarihsel anlatılar kurabilmenin kapılarını açmasıdır. Yani sanatımızı tarihleriyle kavuşturacak bir sahneyi nihayet yaratmasıdır. Bu sadece sanat ve müzecilik tarihimiz açısından değil, moderleşmemizi sökebilmemiz ve kültürel varoluşumuzu keşfedebilmemiz yönlerinden de önemlidir. Şimdi bütün belli başlı müzeler, antikitemiz haline gelen 20.yüzyılda insanlığın başına gelenleri sorgulamaya yönelmekte ve koleksiyonlarını bu politikalarına uygun olarak yeniden düzenlemektedirler. Bu gelişme, kültürel eleştiri alanındaki çağdaş sıçramayla eş zamanlıdır. Santralİstanbul’un enerjisi de, bizdeki bütün müzeleşme hayhuyuna rağmen, darbe dönemlerinde bile bu kadar yoksunlaşmamış olan eleştirinin canlanmasına şans tanımaktadır. Bir müzenin kamusal niteliğe ve akademik kimliğe sahip olmasının vazgeçilmez ögeleri tarih ve eleştiridir. Dolayısıyla Bilgi Üniversitesi’nin, müzenin kuruluşuna paralel olarak yürüttüğü yoğun arşiv çalışmasının yanı sıra, vaat ettiği büyük sanat kütüphanesine bir an önce girişmesi ve öğretim programında sanat tarihi ve eleştiriye yönelmesi beklenir. Santralİstanbul geçmişsizliği ve geleceksizliği marifet sayan gösteri kültürüne ancak böyle direnebilecek, güzergahının bilincinde olan çağdaş müzelerle ancak böyle saf tutmayı başarabilecektir. Beş yıldır emek verdiği ve “Modern ve Ötesi”nin başarıyla temsil ettiği yaklaşımını koruması yaşamsaldır. Aksi durumda, giderek hepsi birbirine benzeyen, ‘güncel’ eğlence ve ‘aktüalite’ mekanlarının küresel ağına kapılarak enerjisini bir hamlede yitirebilir. O zaman, sanatın hayatla, müzenin ise sirk, lunapark veya ekranla yarışması zaten mümkün değildir. Şimdi Santralİstanbul, yüzlerce nadir eserin gizini, büyüsünü, efsanesini, dayanılmazlığını paylaşmaya bizi çağırmaktadır. Vakit, sanat/müze/mimarlık konularında soru sormanın, merak etmenin, hayallere kapılmanın, hazlara dalmanın, baştan çıkmanın ve benliğimizle yüzleşmenin vaktidir.