SANAT SENET OLUP GİTMESİN

01.06.2009 tarihinde Radikal gazetesi için Ayşegül Sönmez ile yapılan görüşme.

25’inci yılını gençlere yer veren “Nev Nesil” sergisiyle kutlayan Ankara Galeri Nev’in kurucusu Ali Artun, ‘Parayla sanatın ilişkisi çok çetrefil. Galeriler satıştan önce, olabildiğince çok izleyiciye erişebilmek için uğraşmalı. yoksa tacirle müşterisi arasına sıkışan sanat boğulur. Yoksa de Quincey’nin bizi uyardığı gibi, sanat senet olur gider’ diyor.

ANKARA - Ankara Galeri Nev, 25. yılını Nev Nesil başlıklı bir sergiyle kutluyor. İzmir, Ankara ve İstanbul’dan sergiye katılan Hayal İncedoğan, Karolin Fişekçi, Mustafa Karasu, Osman Kerkütlü, Semra Karahan gibi çok genç isimlerden oluşan sergi, yeni neslin sanatına dikkat çekmeyi planlıyor. Öte yandan bugün gerçekliğin kazandığı ve kaybettiği anlamları sorgulamayı deniyor. Galerinin kurucusu Ali Artun’la Nev’in modernizmini, galerinin yöneticisi Deniz Artun’la da bu modernizmin kıblesi Paris’i konuştuk. Önce Ali Artun...

Ayşegül Sönmez: Selim Turan, Nejad Devrim, Tiraje Dikmen ve Yüksel Arslan’ı da ekleyerek onların ulus inşa etme davasından koparak sanatın kendi davasına kapıldıklarını söylüyorsunuz. Siz bunun “yerel bir estetik modernizmin eşiği” olarak incelenmesi gerektiğini savunuyorsunuz… Bunu biraz konuşalım… Bu modernizmin özelliklerini yerel unsurlarını, Batı modernizmiyle çatıştığı ve çakıştığı noktaları….

Ali Artun: Sanatta modernizmin temeli özerklik. Özerklik bahsi, estetikte dipsiz bir kuyu. Çünkü sanatın ontolojisiyle, ne olduğuyla ilgili. Zamanımızda da Peter Bürger, Jacques Ranciere gibi estetik ve politikayla uğraşanların başlıca meselesi. Biz burada 19. yüzyıl sonundaki klasizm-modernizm çatışmasını referans alarak, özerkleşmeyi, sanatın doğadan, toplumdan, egemen bilgi rejiminden, bilimden, ahlaktan, kültürden ve siyasetten kopması olarak tanımlayabiliriz. Hatta bunlara karşı örgütlenmesi olarak. Zaten bu yüzden, kötülüğe, çirkinliğe, sahteliğe övgüler düzen, ilerlemeyi, çalışmayı, akılcılığı yerden yere vuran Baudelaire’in modernizmin babası olduğu konusunda birçok tarihçi hemfikir. Bize gelince, bir grup sanatçının II. Dünya Savaşı’nı izleyen yıllarda tek parti rejiminin kültür politikalarından kopmaları; resmi davalardan sıyrılmaları; kendi yerel kültürel birikimlerini Paris kozmopolitizmine tercüme etmeleri; Avrupa’da çağdaşı oldukları bir estetiğin yaratılmasına katılmaları modernist bir uyanıştır. Çünkü radikal bir özerkleşme hamlesidir. Nejad’ın soyutlarındaki Bizans mozaiklerini, Mübin’in mistisizmini ve bunların Paris’te yarattığı havayı hatırınıza getirin. Her ikisi de sürrealistlerin sergilerine çağrılan Tiraje’nin hiyerogliflerinin Max Ernst, Arslan’ın Siyah Kalem’inin de Andre Breton üzerinde yarattığı etkiyi düşünün. Onların resmi ile savaş öncesinin angaje olmaya mahkum klassizmini temsil eden resmi kıyaslarsanız kopuş çarpıcıdır. Avrupa-merkezli, yekpare, evrensel bir modernizm yerine, bir takım “öteki” modernizmler tasavvur edebilmenin kapısını açan da, Nev’in kurulduğu yıllarda canlanan post-kolonyal düşüncedir.  Bu düşünceyi doğuran ise 1968’de Paris’te yaşanan kültürel ve felsefi devrimdir.

A.S.- Nev’de ilk kez sergi açan Arif Dino, Behçet Safa, Alev Ebuzziya, İlhan Koman ve Kemal Bastuji’nin ortak bir noktası var mıdır? Özellikle Kemal Bastuji’yle ilgili neler söylemek istersiniz? Türkiye sahnesinde hiç tanınmıyor…

A.A.-Ortak noktaları, sergilenmeden önce sanat tarihimiz tarafından ıskalanmış olmalarıdır. Örneğin, Arif Dino sanırım yegane Dadacımızdır ama bizim 1985 sergisine kadar resimlerini ancak yakın çevresi bilir. Bastuji’yi Paris’te bana Abidin Bey tanıştırmıştı. O da Dino gibi TKP’liydi; hatta hem de Fransız Komünist Partili! 1920’lerle 1960’lar arasında, dünyada tek tük istisnalar dışında Amerikan soyut ekspresyonistleri dahil, komünizmle dans etmeyen doğru dürüst sanatçı var mıydı? Bastuji son derecede zarif bir insandı ve harita grafiğiyle hattın iç içe geçtiği harika bir resmi vardı. Ölümünden sonra eşi Jacqueline ile Nev’de yeniden sergilenmesi için epeyi çaba sarfettik. Ama Bastuji’nin resimleri mirasçılar arasında dağılmıştı. Herkesin gönlünü yapıp toparlanmaları maalesef mümkün olamadı. Ama ilerde belki olur; neden olmasın? 1940 sonlarından itibaren dışarı giden ve bütün hayatın sanattan ibaret olacağını vaat eden komünist ütopyalara sevdalalan partili, partisiz sanatçılar (örneğin bir Jak İhmalyan), onların zamanın avangardlarıyla  ilişkileri halen büyük ölçüde meçhul konular. Hem bu konuları, hem de koleksiyon tarihimizin gizlerini aydınlatacak bir koleksiyonu önümüzdeki sezon sergilemek için çalışıyoruz. Sergide Dada’nın efsanevi kurucusu Tristan Tzara, hatta bir Rouault bile görülecek.

A.S.-Nev’in 1950-2000 vurgusu önemli… Bu vurgu, bugün 25 yıl sonra yapılan bazı büyük sergilerde, müze deneyimlerinde nasıl karşımıza çıkıyor sizce?

A.A.-1950-2000’i ilk kez, o zamanlar uğraşmakta olduğum Merkez Bankası koleksiyonunun 1994 yılındaki sergisinin ve kataloğunun adı olarak kullandım. 1950-2000, 1950’lerdeki  modernist kırılmadan başlayarak, 2000’li yıllara, çağdaş sanatımıza uzanan bir anlatı üzerinde düşünmeye yapılan çağrının simgesiydi. Tabi daha kuruluş aşamasında olan bu koleksiyon, her koleksiyon gibi eksiklerle doluydu ama bence bir temporalite, zamansallık, bir tarih hissi uyandırmaya yeterliydi. Nitekim bu “1950-2000” vurgusu farklı farklı yorumlarla da olsa çok kullanıldı. Biz de, 2000 yılında yayınladığımız ve galerinin sergilediği eserlerden iki bininin reprodüksyonunu derleyen “müzekitap”a yeniden “1950-2000” adını verdik. Amaç hep Galeri Nev’in sergi programının arkasındaki ve hemen her sergiyle yeniden işaret etmeye çabaladığımız, tarihsel bir yaklaşıma dikkat çekmekti.

A.S.-Nev hiçbir zaman “açılış” ya da “satış” galerisi olmamıştır… diyorsunuz… Açılış ve satış galerisi olmadan yaşamak mümkün mü bugünün şartlarında?

A.A-Parayla sanatın ilişkisi çok çetrefil. “Modernliğin ilk sosyologu” Simmel, parayla sanatın doğaları arasında tehlikeli benzerlikler seziyor: Her ikisinin de kendi başına bir kullanım değeri yok (biri kağıt parçası, öteki bez parçası, taş parçası filan); ikisi de hiç olmadık şeyler arasında ilişki kurabiliyor... Ama bir taraftan da karşıtlar; para yarar sağlıyor, sanat ise modern anlamıyla sanat olmak için yarardan, çıkardan uzak kalmalı. Bu nedenle para modernistler için sanatlarını  tehdit eden en büyük kabus. Biliyorsunuz, para belasını defetmek için Dadacılar, Sürrealistler ve Situasyonistler ne sanatlar geliştiriyorlar. Gelgelelim 1975’te Andy Warhol para yapmanın en müthiş sanat olduğunu ilan ediyor. Ve biliyoruz ki şaka filan yapmıyor. Sanat alanı hızla finansallaşıyor. Finans kurumları sanatın yönetimini ele geçiriyor ve galerileri de kendine benzetmeye başlıyor. Pazarlama çok baskın bir motif oluyor. Günümüzde ‘güzel’in Rönesans’tan beri kurulan normları parçalandıkça,  artık sanat diye pazarlanan herşey sanat sayılıyor. Üstelik ne kadar pahalı ise, o kadar güzel. Kozmetik devi Estee Lauder, Klimt’e 135 milyon dolar ödeyerek Picasso’ya ait rekoru kırınca sanki birden bire kanon değişiyor ve Viyana Secession’u kübizmden daha ‘güzel’ oluyor. Sanat bu kadar rölatif biçimde değerlendirilince o zaman para kendi kanununu, ya da kanunsuzluğunu dayatıyor. Pazarlamanın gereği olan manipülasyonlar fuarlarda da , galerilerde de kendini dayatıyor. Zaten müzayede şirketleri biliyorsunuz bu işlerde sabıkalı. Sonuçta hükmünü süren spekülasyon oluyor. İşte benim demek istediğim, bu ortamda bir galerinin dümenini paraya terk etmemesi,  piyasa düzenlerine alet olmaması, sanatçısını da alet etmemesi. Galerinin işi öncelikle sanatın ve sanatçının topluma, kamuya, eleştiri ve tarih sahnesine sunulmasıdır. Dolayısıyla galeriler olabildiği kadar çok şatış yapmaktan önce, olabildiği kadar çok izleyiciye erişebilmek için uğraşmalı. Yoksa tacirle müşterisi arasına sıkışan sanat boğulur. Ta iki yüz yıl önce, modern, evrensel müzelerin kurulmasıyla birlikte başlayan sanat eseri yağmacılığı karşısında, ilk müzeologlardan Quatremére de Quincy’nin bizi uyardığı gibi, sanat senet olur gider.

A.S.-Galeri Nev İstanbul ve Galeri Nev Ankara ticari anlamda ortak galeriler ve aynı zamanda programları, bu programları belirleyen kuramsal yaklaşım olarak da ortak mıdırlar? Nev aslında bu anlamda tek galeri midir?

A.A-Galericilik son derecede kişisel bir uğraş. Her galeri, yöneticisinin meşrebine, meraklarına, birikimine, değerlerine, beğenisine göre bir tarz tutturur. O nedenle modern galerilerin atası Durand Ruel’den postmodern dönemecin galerisi Leo Castelli’ye kadar birçok galeri, yöneticisinin adını taşır ve ömürleri de onların hayatıyla sınırlıdır. Nev’de de baştan beri Ankara ve İstanbul galerileri özerk olarak yönetilen mekanlar olmuştur. Doğasında farklılık, aykırılık, özgünlük olan bir işin, bir şirket aygıtı gibi örgütlenmesini bekleyemezsiniz. Yine de Galeri Nev, Ankara ile İstanbul’un ortak serüvenidir. Birçok ortak projeleri olmuştur. Çekirdek sanatçı kadroları hala aynıdır...

A.S.-Nev Nesil sergisi birinci kuşak olarak sizin için ne önem taşıyor?

A.A.-Neredeyse on yıldır pentürde ve realist usluplarda bir canlanma var. Her yerde... Londra’da da, ne bileyim Beijing’de de. Sanki ressamlık restore oluyor. Bizde de, deyim yerindeyse “realist pentür” birçok genç sanatçıyı çekiverdi. Önce metropolun ve modernizmin 19. yüzyıl sonundaki doğuşunu hatırlatan kent peysajları çıktı ortaya. Ve biz de Ankara’da, 2003 yılında Hakan Gürsoytrak ile İrfan Önürmen’in eserlerinden derlenen “Şehristan” sergisini açtık. Sonra da Selim Cebeci ve Murat Akagündüz’ü sergiledik. 25. yıldönümümüzde ise, galerinin kuruluşuyla aynı yıllarda doğan “yeni neslin” sanatına dikkat çekmeyi anlamlı gördük. Bence bu realizm, 20.yüzyıldaki türlerinden, yani “hiper”, “foto”, “sosyal” veya “nouveaux” filan gibi realizmlerden başka. Onlara gönderiyor tabi. Ama sanki bu, gerçeğin kaybolduğu bir zamanın gerçekçiliği.