MEHMET KOYUNOĞLU'NUN SİRK EVRENİ

18.10.2011 tarihinde e-skop'ta yayınlanmıştır.

Anüsüne geçirilen kasap çengeliyle yüksekteki tele asılmış bir torso, kesik kollarından çiçekler büyüyor. İlerde ellerinden mi, ayaklarından mı asılmış belli olmayan başka insan parçaları. Tel, aynı zamanda kâh bir fallus, kâh bir zehirli çiçek şekline giren ışıl ışıl ampullerin sallandığı çıplak bir kablo. Sanki bir sahneyi çevreliyor. Ortada, birbirlerine girmiş iki canavar. Öyle girmişler ki tek yaratık olmuşlar. Bu yaratık yer yer dişi, yer yer erkek; yer yer insan, yer yer hayvan: at, kurt, köpek… Yaratığın ellerinden biri, başlardan birini şişliyor. Bir divitle şişliyor olabilir. Kan fışkırıyor. Bacaklar arasında ansiklopedik bir etiket: “female reproduction organ”. Bu organdan da idrar fışkırıyor. Ampullerin dizili olduğu tel, birkaç ağaç arasına gerilmiş. Üzerlerinde kıpkırmızı çiçeklerin bittiği bu gizemli ağaçların gövdelerinde insan kaburgaları görünüyor belli belirsiz: Cesetlerden ağaçlar. Birinin dibinde bir prizma iskeleti. Bütün bu vahşete kozmik bir boyut, bir ölçü, bir oran, kalıp, geometri sunuyor. Bacaklardan birinin kasları boyunca dizilmiş olan belli belirsiz harfler de birden aklı sokuveriyor devreye. Ağaçlardan birinin arkasında soluk bir voyeur, domuz suratlı, tel gözlüklü, insandan canavarın kendi kendini parçalamasını dikizliyor… Böyle ürüyor Mehmet Koyunoğlu’nun “Bahçedeki Oyun”u, ne kadar dile gelebilirse… Tarihsiz, çini mürekkebinden bir desen, Paris’te Akademi’de olduğu ve Galerie Philip Fregnac’ta sergilediği dönemden (1983) olmalı.

Koyunoğlu’nun gerçeküstü evreni sirklerde canlanıyor. Bu beşeriyet sirkleri, özellikle erken dönem desenlerinde birer vahşet, şiddet cambazlıkları. Trapezlerde birbirini ısıranlar, yiyenler, öldürenler veya intihar edenler: şimdi bir kurt, şimdi bir at, şimdi ırz düşmanı gnomelar gibi tuhaf canavarlar. Bir sahnede, çemberden atlayan bir aktrisin göğüs etleri çembere takılı kalıyor, kaburga kemikleri ortada, ama aynı anda bir eli bacak arasında tatmin arıyor. Başka bir sahnede acayip zincir ve dişli parçaları üzerinde, üst üste yatan lezbiyenler… Bir yandan iç organları birbirine kaynıyor, diğer yandan çiçek açıyorlar. Havada yüzen mitik balıklarla sarmalanmışlar. Hepsi bir prizmanın içinde. “Medusa’nın Gemisi”nde kürek çeken kadınlar yarı canavar. Yelkenleri dolduranlar ise, kuyruğundan başlayarak kendini yiyen ouroboros gibi yılanlar, bedeni yer yer ağaçlaşan çiyanlar. En arkada, gene her şey bir sahnede oynanıyormuş hissini veren perde izleri.

Gitgide, Koyunoğlu’nın sirkleri, okültizme, mistisizme, spiritüalizme, büyücülüğe, astrolojiye, simyaya, kabalaya, ebcede ait sembollerle donanıyor. Daha da ilerde bu hermetik âlem, mekanik icatlarla eklemleniyor: dişliler, çarklar, zincirler, pervaneler, uskurlar, kasnaklar, manivelalar, usturlaplar, ceraskallar, ciroskoplar… Sonunda, sembollerle, aletler ve insanlar birleşiyor. Ve sürrealizmin büyük üstadı, Kral Übü’nün mucidi Alfred Jarry’nin “Süper-Erkek” kitabından esinlenerek çizdiği son dizisi “Makine İnsan”da olduğu gibi, ortaya, yarı insan, yarı hayvan, yarı makine ve sembollerle dövmelenmiş yaratıklar çıkıyor. Çevrelerinde simya dilinde yazılmış kimi sırlar var.

Mehmet Koyunoğlu’nun sürrealist dramaturjisindeki şiddet, ölüm/yaşam, cinsellik, insanlığı tarih öncesine götürüyor. Ayrıksı sürrealist/antropolog Bataille’ın anlattığı, cinsellikle sanatın ve dinin aynı olduğu döneme; sanatla insanın birbirlerini yaratarak, insanın hemcinsleri hayvanlardan koptuğu zamanlara... Koptukça onları kutsallaştırdığı kültürlere. Homo-erotiğin ortaya çıktığı çağa. Koyunoğlu’nun sirklerinde, tarih öncesine dönük bu bilinçaltı, şamanizmin, animizmin ve antik mitolojilerin tanrısal canavarlarıyla eklemlenir. İnsan başlı, at bacaklı centaurlar: Dionysos orjilerinin, binicisiyle birleşen ve libidoyu uçuran sarhoş atları. Gnome’lar: köpek suratlı cüce iblisler. Yılan, insan, köpek karışımı cerberus: karanlığın, yeraltının, bilinçaltının canavarları… Arzunun, şehvetin, günahın, çılgınlığın tanrıları. Ama aynı zamanda bu kötülükleri denetleyerek insanlığı kaosa sürüklenmekten koruyan kozmik düzeni sağlıyorlar. Ne var ki, Mehmet’in çizdikleri, tanrı hayallerinin yönettiği antik zamanlara değil, aklın yönettiği modern zamanlara ait dramalardır, epiklerdir. Onlarda yeraltı yerüstüne, öteki dünya bu dünyaya taşar. Tanrılar esirgeyiciliklerini yitirir, büyüler bozulur. Hayata ve sanata Baudelaire’in mahşeri egemen olur… Ama Mehmet’in vahşet sirkleri, ne Kötülük Çiçekleri’nin ölçülü lirizmini; ne Marquis de Sade’ın aydınlanmış cinsellik itiraflarını, ahlaki ahlaksızlığını, betimsel sadizmini; ne de Yüksel Arslan’ın sapıklık ansiklopedisini yansıtır. Belki, Bataille’ın Gözün Hikayesi’ni hatırlatır. Simone’un, günah çıkarırken üzerine işediği rahibin sökülen gözünü “ıslak etine, kürkünün tam ortasına kaydırıverdiği”, sapıklığın/sapkınlığın edebi şaheserini. Ya da, bir gözyuvarının usturayla kesildiği Bunuel ile Dali’nin Endülüs Köpeği filmini. Ama onlar da Mehmet’e göre fazla tasarlanmış kalırlar, bilinçli bilinçaltı gibi görünürler. Oysa onun sirkleri, onun dividinin ucundadır. Bütün sükûnetiyle, asaletiyle, bilge gülümsemesiyle, bir başladığında bir daha kalemi kâğıttan kaldırmadan tamamladığı eylemdedir; hayal gücünün davranışlarındadır. Kuşku yok ki, şiddet, vahşet, eziyet, yamyamlık, sapıklık, sapkınlık hiçbir yerde Mehmet’in sirklerindeki kadar hakiki, onlardaki kadar güzel olmamıştır. O bize dehanın hiç de romantik bir palavra olmadığını, felsefe taşının hiç de simyagerlerin uydurduğu bir hurafe olmadığını gösterir.

Passion flower

Vibration

Mehmet Koyunoğlu’nun ölümünün 10. yıldönümü dolayısıyla düzenlenen sergi, 7 Ekim-13 Kasım 2011 arasında Ankara Galeri Nev’de izlenebilir.