LÜKS EMLAK SANATLA MARKALANDIRILIYOR

11.09.2015 tarihinde Radikal Kitap için Murat Bozluolcay ile yapılan görüşme.

Altbaşlığı “tarih-eleştiri-kültür-politika” olan SanatHayat dizisini tasarlarken sizi motive eden fikir neydi? Fikir olarak sizi heyecanlandıran başlangıç noktasını konuşalım istiyoruz.

Sanatı bir eleştirel, siyasal formasyon olarak inceleyen edebiyatın tanıtılmasıydı. Romantik devrimden bu yana, sanatı, bir özgürlük, özerklik ve hakikat kaynağı olarak temel alan estetik hareketlerin ortaya çıkarılmasıydı. Bu nedenle Baudelaire’in sanat eleştirileriyle başladı dizi. Bu eleştiriler estetik modernizmin, avangart sanatın açılış metinleri. Baudelaire, sanatı toplumsal devrimin öncüsü olarak gören Saint-Simon’unki, Fourier’inki gibi sosyalist ütopyalardan farklı olarak, sanatı siyasal angajmanlarından söküyordu. Çünkü o sanatın, varlığı itibariyla siyasal olduğuna, başlı başına devrimci bir eylem olduğuna inanıyordu. Nietzsche de...

Dizinin altbaşlığı aynı zamanda sanatın hayata müdahalesinin politik yönüne, kültürün bir özcülük olarak tarif edilmek yerine maddi dünya ile ilişkilendirilmesine dayanıyor. Dizinin teorik çerçevesi konusunda kendinizi daha yakın gördüğünüz bir kültür eleştirisi geleneğinden söz edebilir miyiz?

Sanatın siyasal mahiyetiyle ilgili teorilerle Frankfurt Okulu aracılığıyla tanıştım: Marcuse, Benjamin, Adorno... Ve 1980 Eylülü’nde yaşadığımız yenilgiden sonra, o karamsarlık sırasında, umut verdi bana onlar. Ama Frankfurt Okulu da, kendisinden önceki eleştirel düşünce hareketlerinin, Marx’ın mirasçısı. Modernliği sorgulayan bütün eleştirel düşüncenin kaynağında romantik felsefe olmalı. Sturm und Drung hareketinin öncüsü Hamann olmalı, Schiller olmalı, Marx’ı etkileyen Heine olmalı... Modernliğe karşı, rasyonalizme karşı bir itiraz olmalı... Komünizm gibi ütopyalar olmalı. Tabii 1968 filozoflarının, Agamben, Perniola, Ranciere gibi çağdaşların incelemeleri de etkiliyor beni.

Başlangıçta bir fikir vardır sonra koşullar değişebilir, zaman değişiyordur, algılar değişiyordur... SanatHayat dizisi için zaman içinde bir değişimden, tasarlananın dışına taşan bir yönelimden bahsedilebilir mi, yoksa dizi kendi gelişme/çeşitlenme kapasitesinin doğallığında mı devam ediyor?

Yönelimde bir değişiklik yok: modernlik-modernizm, avangart kuramı, sanat felsefesi, sanat sosyolojisi, estetik, eleştirel müzecilik, Baxandall, Michael North gibi toplumsal sanat tarihinin babaları, çağdaş sanatın örgütlenmesi... Bütün bu başlıklarda gelecekte de kaynak niteliğini koruyacak, birbirine eklemlenen (“dizi” bu demek herhalde), birbirlerini bütünleyen temel metinler. İletişim’in dizisinin başlamasıyla birlikte başka yayınevlerinde de benzer damarlar açıldı. Dolayısıyla ağır ağır bir sanat-hayat-siyaset kütüphanesi çıkıyor ortaya.

Böyle bir dizi kırk yıl önce yapılabilir miydi? O zaman yapılsaydı nasıl bir kapsam içinde yapılabilirdi?

Son dönemlerde 20. yüzyıl sanatının tarihi sanki yeniden yazılıyor, yeniden düşünülüyor, yeniden canlandırılıyor. Modernizm ve avangart daha yeni kavramsallaştırılıyor. Ayrıca, birçok hareket daha yeni aydınlanıyor. Süprematizm, konstrüktivizm, Alman ekspresyonizmi örneğin. Bunlar stillerle işleyen ve hâlâ tarih bilincimizi koşullayan formalist sanat tarihi anlatılarından sökülüyor. Avangart tiyatronun babası, Kral Übü’nün yazarı, patafiziğin mucidi Alfred Jarry’nin doğru dürüst bir biyografisi daha yeni çıktı. Tabii bir de şu var: Eleştirel düşüncede, 1968’i izleyen düşünsel hareket sonrasında olduğu gibi, ortaya çıkan yeni teoriler yeni perspektifler sunuyor, yeni keşiflere yol açıyor. Örneğin postkolonyal teori, modernliği ve modernizmi Avrupa-merkezci bütünsellikten söktü. Artık farklı, öteki modernlikleri tasavvur edebiliyoruz. Bu da kültür-sanat tarihlerinde ciddi bir yenilenmeye neden oluyor. Gene örneğin, Foucault’nun bilgi ve iktidar rejimlerine ilişkin önermeleriyle müzecilik tarihi yeniden yazılmaya başladı. İşte kırk yıl önce bu ufuk eksik olurdu.

Yine bir kıyaslama sorusu: Sizin için sanatta ne önemliydi, bugün ne önemli? Ne heyecanlandırırdı veya şimdi ne heyecanlandırmıyor?

Formlar tabii. Bir Manet, Bacon, Schwitters, Maleviç gibi, Tatlin gibi formların dünyayı değiştirebileceğine inanmamız gerekir. Bunu piyasa, iletişim disiplinleri gayet iyi biliyor; sanatla bir savaş tezgâhlamayı filan... Bugün artık toplumsal hayata da, siyasal eylemlere de birer form olarak yaklaşan bir estetik gelişiyor. Bu formalizm değil. Modernliğin ilk sosyologu sayılan Georg Simmel’in sosyolojisi de bir estetik değil miydi? Heyecan vermeyenler arasında en fenası angaje sanat. Bu fenalık sanatçıların iradesiyle olmuyor. Zamanımız sanatının yapılanmasından kaynaklanıyor. Çağdaş sanat piyasayla, spekülatif finans hareketleriyle, iletişimle iç içe. Bugün lüks emlak sanatla markalandırılıyor örneğin. Şimdi sanat sermayenin sembolik düzeniyle çok bağlaşık. Sanat modernizmle kazandığı özerkliği süratle kaybetti. İşte bu ortamda da, bir eser ne kadar şaşırtıcı, çarpıcı, hatta sözde devrimci filan olursa olsun heyecan vermiyor.

Bir Muamma: Sanat Hayat-Aforizmalar, SanatHayat dizisinin içeriğini, bu dizinin etrafında kurgulandığı tartışmaları da önümüze seren bir metin, adeta sanat kuramının modern düşüncedeki yerini ve etkisini gösteren bir kılavuz niteliğinde. Bir Muamma: Aforizmalar’da yer alan metinlerin seçilme kriterleriyle SanatHayat dizisinin ele aldığı tartışmaların paralelliği hakkında konuşabilir miyiz?

Bu aforizmalar, SanatHayat dizisinin yayınına koşut okumalar sırasında karşıma çıkan pasajlar. Ontolojik anlamda, mecbursunuz sonunda sanatı hayatla, hayatı da sanatla açıklamaya. Doğa, kültür çatışmasında olduğu gibi. Bence sanatla hayatın bağı en etkili olarak siyasal eylemlerde ortaya çıkıyor; örneğin Gezi’de. İşte bu anlamda sanat-hayat diyalektiği dizinin mayası.

SanatHayat dizisinde “modernlik-modernizm”, “avangart-teori-eleştiri”, “çağdaş estetik”, “çağdaş sanatın örgütlenmesi”, “eleştirel müzecilik”, “mimarlık ve avangart” şimdiye kadar önemli tartışma alanları olarak öne çıktı. Bunların arasına başka tartışma alanları da eklemeyi planlıyor musunuz?

Eleştirel düşüncede, özellikle 2008 krizinden sonra, sanatın piyasa dışındaki örgütlenmeleriyle ilgili alan gittikçe genişliyor: sanat kollektifleri, sanat komüniteleri, kentsel direniş hareketleri, devrim fikri... Ama bütün bu konulardaki tartışmalar aslında sosyal teori bağlamında ilerliyor. Bundaki en önemli faktör, giderek emeğin sanata, sanatın emeğe dönüşmesi. Sanatın bir üretim ilişkisi gibi yönetilerek özerkliğinin parçalanması. Küreselleşmenin yeni miti “yaratıcı endüstri”lerde görüldüğü gibi. Bu konular, bugün çağdaş Marksizmin vektörlerinden birini oluşturuyor. Gezi ertesinde İstanbul’daki ve bütün Türkiye’deki direniş eylemlerinin yükselişi düşünülünce bu alanlardaki tartışmaların önemi ortaya çıkıyor. Yakınlarda iki kitap yayımladık bu çerçevede: Sanat Emeği: Prekarite ve Küresel Ayaklanmalar Çağında Direniş ve Estetik. Ama daha çok ilgilenmek istiyoruz.

Tabii en önemli eksiğimiz, Türkiye’de sanat tarihi üzerine, çağdaş sanatın örgütlenmesi üzerine yayınlar. Ancak, SanatHayat dizisinden de esinlenen birçok tezin yayınlanmasına rağmen, bu konularda diziyle eklemlenecek bir çalışma bulmak zor.

Mimarlıkla ilgili kitapları da zenginleştirmek istiyoruz. Ama bu alandaki eleştirel çalışmalar, spekülatif emlak piyasası egemenliğindeki bir dünyada oldukça kesat.

Bir de erotizm. Cinselliğin gender kuramlarıyla, kültüralizmle ve dinin restorasyonuyla bu kadar siyasallaştığı bir ortamda, estetik erotizmin tarihi son derecede kritik bence. Derslerde işliyorum bu konuyu, ama henüz bir yayın görünmüyor.