FLORANSA PRENSLERİNDEN DUBAİ ŞEYHLERİNE: MİMARLIK, KOLEKSİYON, SANAT, SALTANAT

16.10.2007 tarihinde Yapı Kredi Kültür Merkezi Sermet Çifter Salonu’nda Levent Çalıkoğlu yönetiminde düzenlenen ve halka açık yapılan “Çağdaş Sanat Konuşmaları” çerçevesinde gerçekleştirilmiştir.

Paul Klee’nin bir tablosu var: Angelus Novus. Uçan bir melek. Yalnız, meleğin yüzü geçmişe, sırtı geleceğe dönük. Geçmişten, geçmişin yıkıntılarından, bir fırtına esiyor ve onu sırtının dönük olduğu geleceğe doğru sürüklüyor. Walter Benjamin ‘tarih’ kavramını Klee’nin bu tablosuyla canlandırıyor. “İlerleme dediğimiz bu fırtınadır” diyor. Ona göre, bizim birtakım hadiseler zinciri olarak gördüğümüz geçmişi, ‘tarih’, yekpare bir yıkıntı olarak görür. Benjamin için ‘tarih’, bugünde, şimdiki zamanda geçmişin izlerini aramak değil, geçmişte, geçmişin yıkıntılarında bugünün izlerini keşfetmek. Bu nedenle de Bejamin, efsanevi kitabı Pasajlar’da,Baudelaire’i ve modernizmin izlerini, 1850’lerde Haussmann’ın yerle bir ettiği Paris’in harabelerinde, pasajların yıkıntıları arasında keşfeder. Ben de bu konuşmamda, 15. ve 16. yüzyıl Floransa’sına dönerek, Medici hanedanının himayesinde uyanan modern koleksiyonculuğun, modern müzeciliğin bağrında günümüzdeki sanat tutkusunun izlerini arayacağım. Beş yüz yıl önce Floransa’da hüküm süren Medici hanedanıyla, Medici prensleriyle, günümüzde Abu Dabi ve Dubai’de hüküm süren El-Nahyan ve El-Mahdum hanedanlarının, emirlerinin, şeyhlerinin -veya prenslerinin- koleksiyon ve müze anlayışları arasındaki benzerlik ve zıtlıkları arayacağım. Böylece, sanat dünyasında yaşamakta olduğumuz dönüşümü ve kırılmayı aydınlatmaya çalışacağım.


Cosimo de Medici: “Ata Toprağının Atası” (Pater Patriae)

Floransa’lı Medici Hanedanı ve Rönesans Sanatı

Mediciler aristokrat, soylu değiller. Taşralılar. Apenin Dağları eteğindeki Mugello Vadisi’nden geliyorlar. Buna rağmen zamanla sadece Floransa’da ve Toskana topraklarında değil, bütün İtalya ve Avrupa üzerinde etkin olacak bir saltanat kuruyorlar. İşte, Gombrich’e göre, bu saltanat sanat sayesinde kuruluyor. Mediciler, soylu olmamalarının açığını, modern müzeler ve koleksiyonlar çığırını açan girişimleriyle kapatıyorlar. Bütün Avrupa saraylarında ‘sonradan görme’ olarak horlanmalarına rağmen, İspanya, Almanya, Avusturya saraylarına nüfuz ediyorlar ve iki Fransız kraliçesi çıkarıyorlar. Bu Fransız kraliçelerinden ilki Louvre’un müzeye dönüştürülmesinde, ikincisi de dünyadaki ilk çağdaş sanat müzesi olan Museé de Luxembourg’un kuruluşunda rol oynuyor. Mediciler, etkili mevkilere geldikleri Avrupa saraylarında, koleksiyon hevesinin ve modernliği hazırlayan Rönesans kültürünün yayılmasını sağlıyorlar. Medici hanedanı iki kraliçe yanında iki de papa çıkarıyor. Dolayısıyla, bu papalar aracılığıyla da, kilise dünyasını ve Vatikan’ı denetimleri altına alıyorlar. Floransa’da Medici egemenliğini başlatan Büyük Cosimo’nun 1440’larda inşa ettiği sarayı Palazzo Medici, ilk modern Avrupa müzesi sayılır. Bunun gerekçelerine ilerde değineceğim. 15. yüzyıl İtalyan ve Felemenk sanatının en büyük koleksiyonu Palazzo Medici’de kurulur. Tarihçiler Palazzo Medici’yi “Rönesans uygarlığının evi” olarak anarlar. 16. yüzyılda Medici koleksiyonları,Galleria degli Uffizi’ye taşınır. Müzeler, galeri tarzı teşhir düzenine Uffizi’de kavuşur. İlkin bir yönetim yapısı olarak tasarlanan ve bu nedenle de ‘ofisler’ anlamına gelen Uffizi’nin mimarı Vassari’dir. Vassari Medicilerin yükselişinde kilit bir figürdür. İlk sanat tarihi kitabı sayılan, “Cimabue’den Zamanımıza En Mükemmel İtalyan Mimarlarının, Ressamlarının ve Heykeltraşlarının Yaşamı” adındaki eserin yazarı olması dolayısıyla sanat tarihinin babası olarak kabul edilir. Ve Medici himayesindeki sanatçıları, Michelangelo’yu, Rafael’i, Leonardo’yu bu tarihin zirvesine yerleştiren odur. Kitabı sayesinde kurduğu Batı estetik kanonu hala önemli ölçüde ayaktadır. Ayrıca Medici koleksiyonlarının küratörüdür, veya yeni tabirle ‘sanat yönetmeni’dir. Sanat eğitiminde lonca düzeninden akademiye geçişin başını çeken de Vasari’dir. İlk sanat akademisi olarak kaydedilen Academia Dell’Arte del Disegno 1563’te, zamanın Medici prensi I.Cosimo, Michelangelo ve Vasari’nin yönetiminde kurulur.


Palazzo Medici


Uffizi, Floransa

Medici müzelerinin kuruluşu, üniversitelerin, akademilerin, kütüphanelerin örgütlenmesiyle baş başa yürür. Örneğin, Medici egemenliğinin ‘Altın Çağı’nı simgeleyen Muhteşem Lorenzo, hümanizmin entelektüel merkezi sayılan ve ilk Grek kürsüsüne sahip olan Floransa Üniversitesi’ni Pisa’da yeniden canlandırır. Ayrıca İstanbul’un fethinden kaçan alimlerle Floransa’da ayrı bir üniversite açar. Yine Avrupa’nın ilk büyük kütüphanesi sayılan San Lorenzo Kütüphanesini kurar; mimarı Michelangelo’dur. Academia Dell’ Arte del Disegno’nun açılmasını Roma, Polonya, Paris ve Antwerp akademileri izler.

Antik eserler yerine çağdaş sanata öncelik veren koleksiyon rejimi, ilk kez Medicilerin himayesinde başlar. Bu sayede, modern anlamıyla bir ‘sanat piyasası’ doğar. Bu piyasa, 17. yüzyılda özellikle Hollanda’da iyice yayılacak ve 19. yüzyıla gelindiğinde, galerilerin kurulmasına yol açarak, sanatın, saray ile kilisenin ve akademinin denetiminden çıkarak özerkleşmesinin önünü açacaktır. Sanatın, siparişe bağlı zanaat ortamından kurtulmasına yardımcı olacaktır.

Mediciler dönemine ait bir başka önemli yenilik,sergilerin ortaya çıkmasıdır. Kimi dinsel festivallere eşlik eden ve Akademi’nin gözetimi altında düzenlenen ilk sergilere Francis Haskell ‘geçici müzeler’ der.* Bu anlamda 1706’da Medici’lerden Ferdinand’ın düzenlediği sergi bir eşik oluşturur. Hayatta olmayan ressamların eserlerinden düzenlenen bu sergi, ‘usta’ (master) ünvanının yerleşmesine ön ayak olur. Üstelik bu sergi kataloglanır. Böyle sergilerdeki öncelik, artık Medici’nin gücünü ve servetini değil , bizzat sanatı teşhir etmektir. Floransa sanatına yön vermektir, sanatçılara ustalarını öğretmektir. Bu yenilikler, zamanımızda, özellikle müzelerde sürekli sergilerin yanı sıra düzenlelen büyük sergilerin, monografik gösterilerin, blockbusterların habercisi sayılır.

* Francis Haskell, The Ephemeral Museum- Old Master Paintings and the Rise of the art Exhibition (London, Yale University Press, 2000).

Bu devrimler sayesinde ilk kez ressamlar ve heykeltraşlar, zanaatkarların katından, yavaş yavaş şairlerin ve filozofların katına yükselmeye başlarlar. Başlıca becerileri boya karmak olması nedeniyle, ressamlar eczacılarla paylaştıkları loncalardan giderek ayrılırlar. Lonca düzeninden sıyrılarak, şairler, alimler ve filozoflarla birlikte sarayın ve saraya bağlı olan akademinin çevresinde örgütlenirler.

Sanat dünyasında gerçekleşen bütün bu çığır açıcı dönüşümleri, elbette yoğun bir yapılaşmayla birlikte gelişen bir mimarlık rönesansı tamamlar. Toskana’lı mimarlar Brunelleschi, Alberti ve Palladio, uygulamalarının yanı sıra düşünsel eserleriyle de bu rönesansa öncülük ederler ve geleceğin mimarlığında etkili olurlar. Örneğin 20. yüzyılda bile devlet ve sanat yapılarına egemen olmayı sürdüren klasik stil Palladio’dan türer. Washington’daki White House da, Osman Hamdi’nin Müze-i Hümayun’u da, St. Petersburg sarayları ve müzeleri de, Bombay Sanat Müzesi gibi kolonyal yönetimlerin mimarlığı da Palladio’dan izler taşır. O nedenle, değilmi ki her imparatorluk merkezine damgalarını vurmuşlardır, belki de ilk nesil küresel mimarlar, bu rönesans mimarlarıdır.

Medicilerin bütün bu siyasal ve sanatsal egemenliğinin arkasında çok güçlü bir ticaret ve finans ağının yanı sıra bu finans ağı ile eklemlenen özel bir himaye sistemi bulunur. Medici bankaları Floransa’dan, Venedik ve Milano’ya; Roma’dan Bruges ve Londra’ya kadar yayılır. Ve yine ilginçtir, koleksiyonlar o zamanki nakliye olanaklarının kısırlığına rağmen, bu banka ağı içinde dolaşıma girer. Yani para ve sanat aynı şebeke içinde işletilir.

Floransa’nın, Avrupa’nın kültür merkezi haline gelmesi sonucunda, bu kültürden nasiplenmek isteyen bütün sanatçılar, bilginler, aristokratlar, tüccarlar, aydınlar Floransa’ya akmaya başlarlar. Toskana’ya aylarca, hatta yıllarca süren geziler düzenlenir. Seçkinler, Greko-Romen köklere dayandığı açıklanan uygarlıklarının uyanmasını izlemeye giderler. Turizm dediğimiz hadise böyle doğar. Zamanımızda iyice kalabalıklaşan sanat-kültür seyyahları böyle peyda olur.

Son Medici Anna Maria Luisa, Medici Hanedanı’na ait bütün serveti, koleksiyonları, müzeleri 1743 yılında Floransa halkına vasiyet eder. Vasiyetine göre hiçbir eser Floransa’yı terk etmeyecek ve “devletin şanı, kamunun yararı ve yabancıların merakı” için ilelebet korunacaktır.

Medici koleksiyonlarında izleri görülmeye başlayan ve bu koleksiyonlara modern mahiyetini kazandıran, sanatın sekülerleşmesi, tarihselleşmesi, kamusallaşması ve yaratıcı deha kültürünün inşası gibi eğilimler, asıl Louvre’la bir sisteme kavuşur, rasyonalite kazanır. 19. yüzyıl müzeler çağını açan Louvre’dur. Louvre’la birlikte sanat, artık egemen bir hanedanı, prensleri, imparatorları ve tanrıyı temsil etmez. Geçmişin bütün sanatsal varlığını devralan halkları, onların kaderini, iktidarını, uygarlaşma ve ilerleme efsanelerini temsil eder. Ve sadece temsil etmekle, cisimleştirmekle kalmaz, bunu inşa eder. Louvre demek Fransa demektir. Devrim, evrensellik/ ulusallık/ bireysellik, aklın egemenliği, aydınlanma, yurttaşlık, demokrasi, devlet demektir. Kısacası modernlik Louvre’da örgütlenir, cisimleşir, teşhir edilir, göz önüne gelir, hakikat kazanır.*

* “Müze ve Modernlik” konularında bkz: Ali Artun, Tarih Sahneleri – Sanat Müzeleri I (İstanbul, İletişim, 2006).


Dubai emiri Şeyh Muhammed bin Reşid el Mahdum

Dubai’li El Mahdum Hanedanı ve Zamanımız Sanatı

Medici Hanedanı’nın sona ermesiyle aynı yıllarda Arap körfezinde başka bir hanedan doğmaktadır. Göçebe bir Bedevi kabilesi olan Beni Yas kabilesi 1791 yılında Liva vahasını keşfeder ve bu yöreye yerleşmeye karar verir. Bu olay Louvre’un kurulmasıyla da aynı yıllardadır. Beni Yas soyundan gelen iki hanedandan biri, El-Falas’lar Abu Dabi’yi, diğeri El-Mahdumlar da Dubai’yi kuruyorlar. Bugün Abu Dabi Emirliğini yöneten Şeyh El Nahyan Birleşik Arap Emirlikleri’nin başkanı. Dubai Emirliğini yöneten kuzeni Şeyh El-Mahdum da hem başkan yardımcısı hem de başbakanı. Bugün bu hanedanlar, kuşatıldıkları çöllerde yeni bir uygarlık kurmaya girişmişlerdir. İsterseniz buna bir karşı-rönesans veya karşı-modernite de diyebilirsiniz. Ne var ki bu şeyhler, Abu Dabi’yi ve Dubai’yi paranın ve sanatın Floransa’dan sonraki en önemli merkezi yapmaya kararlı görünmektedirler. Ve bu işe akıl havsala almayacak, bütün tarihin en şaşaalı dev projeleriyle koyulmuş bulunmaktadırlar. Bu hiper-projelerle, sıfırdan hiper-real bir alem oluşturmak peşindedirler. Bu hiper projelerin en çarpıcı olanı denizde imal ettikleri, deyim yerindeyse ‘grafik’ adalar. Yani gayri-tabii tabiat parçaları, suni tabiatlar... Bu işe de ilkin 1976’da dünyanın en büyük insan yapısı limanını kurarak başlıyorlar. Daha sonra bir palmiye adalarını inşa ediyorlar. Palmiye adası deyince, adanın adı ‘palmiye’ değil, adalar palmiye biçiminde. Arkasından dünya haritası biçimindeki adalar geliyor. Yüksekten bakıldığında dünya haritası görülüyor. Şimdi sırada, bilge Medici prenslerini hatırlatan bir edayla, aynı zamanda hem filozof, hem de şair kisvesi taşıyan Şeyh Mahdum’a ait olan bir vecize biçimindeki ada var. Bu adalarda neler oluyor? Örneğin dünya haritasındaki İngiltere adasını Rod Stewart alıyor 30 milyon dolara. Antarktika’ya denk gelen adayı da, Şeyh Mahdum, Formula 1 yarışçısı Schumacher Brezilya Gradprix’ini kazanınca ona hediye ediyor. Süper futbolcu Beckham ise palmiye adasında bir özel plaja sahip. Bu bilgiler kısmen söylenti bile olsa, adı geçenler gibi yıldızlar şeyhlerin projelerini dünyaya tanıtmanın aracı oluyorlar.

Dubai ve Abu Dabi’nin ‘harika’larıyla boy ölçüşmek gerçekten güç. Dünyanın en yüksek yapısı halen Dubai’de: Burj Dubai. 818 metre yüksekliğindeki bu otelde Armani’nin açacağı ilk otel bulunuyor. Ancak bu arada Buenos Aires’de 1000 metrelik bir kule gündeme geliyor. Arkasından Katar 1001 metrelik Mübarek kulesi tasarısını açıklıyor. Bu haberler üzerine Dubai, El Burj projesini ilan ediyor: 1200 metre. Yani 1.2 km. El Burj, içinde 700 bin kişinin barınabileceği, dışındaki dünyadan yalıtılmış, hermetik bir kule-kent olacak. Dubai’nin insanın hayalgücünü zorlayan tasarıarı arasında tabii ki dünyanın en lüks otelleri de bulunuyor. Bunlar yedi yıldızlı oteller. Müşterilerine özel Rolls Royce’lar ve özel valeler tahsis ediliyor. Denizin otuz metre altındaki Hidropolis otelinde kalırken ise deniz kızları görüyorsunuz ve denizaltı için tasarlanan havai fişek gösterilerini izliyorsunuz. Başka bir turistik gösteri, Jurassic Ormanı. Bu ormanda Britanya Doğa Tarihi Müzesi’nin uzmanlarının tasarladığı dinozorlar ve diğer Jüra dönemi canavarları geziniyor. Sanal tropik ormanların ardından sanal kar dağları geliyor. Dışarısı 50-60 dereceyken, bu kar dağlarında kayak yapabiliyor ve kutup ayılarını izleyebiliyorsunuz. Tabii ‘en büyükler’ serisinin başında en büyük alışveriş merkezleri geliyor: Dubai Mall ve Mall Arabia. Dubai’de her yıl bir alışveriş festivali yapılıyor ve bu festivale dünyadan 4 milyon ‘üst-tüketici’ geliyor. Dünyanın en büyük servet sahipleri alışveriş çılgınlığı yaşamak için bu merkezlere akıyorlar. 19. yüzyılın Paris ve Londra’da düzenlene ‘dünya sergileri’ni, ‘evrensel sergiler’i hatırlatan bu merkezlerdeki mağazalardan ister külçe külçe altın, ister yat, ister cins at, ister sanat satın alabiliyorsunuz. Yeryüzünün en dev tema parkı da tabi Dubai’de kuruluyor. Disneyland’in birkaç katı büyüklüğündeki bu parkta 300 000 kişi çalışıyor. Burada yok yok, piramitler, Babil kulesi, Taj Mahal,... Las Vegas’ıni sanal dünyası, oradaki sanal Eyfeller, Venedikler Dubai’dekilerin yanında cüce kalıyor. Dünyanın en büyük golf sahaları da Dubai’de. Bu sahalarda dilerseniz, dünya gol şampiyonu yakışıklı Tiger Woods’la 1 milyon dolar karşılığında golf oynayabiliyorsunuz. Konut mimarlığına gelince, en eğlencelisi, kendi çevresinde dönen ve yükselip alçalabilen süper konutlar. Sitüasyonistlerin kent ütopyalarından etkilenen Archigram’ın düşsel yerleşmelerin, oyuncak evlerini hatırlatıyor.

İşte, modernliğe ait her türlü sınırın, ölçünün, değerin aşıldığı bu lüks ve ifrat prenslikleri; bu ‘hiper’, ‘süper’, ‘uç’ (extreme, supreme), ‘yüksek’, ‘post’ yaşamlar, sanatla meşruiyet kazanır, yücelir. Bu da kültürün ve sanatın, modernlik döneminde kazandığı bütün kamusal mirasının özelleştirildiği bir himaye ağı sayesinde başarılır. Bu ağ Mediciler’in özel himaye şebekesiyle kıyaslanınca çok daha kapsamlı ve karmaşık, ama çok daha kusursuzdur. Çünkü şeyhler, Floransa prenslerine göre çok daha sınırsız, “dediğim dedik” birer otokrattırlar ve çöldeki her kum zerresi dahil herşey onların malıdır.

Sanatsal yapılanmanın merkezi Dubai’den daha ziyade Abu Dabi’dir. Kuzenler arasındaki iş bölümüne göre, para ve eğlencenin merkezi Dubai, sanat ve yönetimin merkezi de Abu Dabi’dir. Şimdi Abu Dabi’de dünyanın en büyük ve en görkemli kültür kompleksi kurulmaktadır. Saadiyat –saadet- adası üzerinde kurulduğu için bu adı taşıyan ve 27 kilometre karelik bir alanı kaplayacak olan projenin otuz milyar dolara mal olması ve 2018 yılında tamamlanması beklenmektedir. Bu kompleks başlı başına bir kültür şehri oluşturarak diğer etkinliklerin toplaştığı öteki şehirlerle eklemlenecektir. Öteki şehirler, baştafinans şehri olmak üzere, internet şehri, medya şehri, Harvard’ın yönetimindeki sağlık şehri, şahların 64 kat yüksekliğinde olduğu ve Dünya Satranç Birliği Merkezi’nin bulunduğu satranç şehri gibi şehirlerdir. Her şehir, kendi özel yasaları, yönetimleri, güvenlikleri bulunan bir küresel şirketler birliği gibi örgütlenmiştir. Bir tür çağdaş beylikler veya kapalı cemaatler (gated communities). Şeyhler ise bir bakıma bu şirketlerinCEOları gibi görev yapar.

Saadet diyarı kültür şehrinde, iki tiyatro, konser salonu, opera ve tabii hepsinden öncelikli olarak müzeler bulunuyor: sanat, tasarım, deniz müzeleri, vb. Abu Dabi’de inşa edilecek en büyük Guggenheim Müzesi, bir yandan da Bilbao’dan sonra tıkanan Guggenheim müzeleri zincirin önünü açıyor. Ama daha önemlisi Louvre Abu Dabi’ye geliyor ve karşılığında toplam 1,3 milyar dolar alıyor. Louvre’un gelmesi tabii son derece anlamlı: Modernliği kuran müze, ona son veren bir rejim tarafından satın alınıyor. Gerçi Louvre da bir başka rejimin, koleksiyonlarına el koyduğu prenslerin yönetiminin sonunu simgeliyordu. Ama bu kez, Louvre’un Avrupa prenslerinden aldığını, iki yüzyıl sonra Arap prenslerine iade etmesine tanık oluyoruz. Fransız aydınlarının “Louvre Satılık Değildir” diyerek bu olaya karşı ayaklanmaları kar etmiyor ve Chirac giderayak imzayı atıyor. Herhalde, bu arada şeyhlerin Fransa’dan aldıkları son model 40 airbus uçak ve10, 4 milyon dolarlık silah karşısında direnemiyor. Hatta Louvre’un yanı sıra Körfez’de bir de Sorbonne Üniversitesi’nin açılmasına karar veriliyor. Zaten Katar’da da Cornell Üniversitesi ve Virginia Üniversitesi Sanat Okulu var. Sanki beş yüz yıl önce Floransa’da görüldüğü gibi, para, sanat ve bilgi aynı yere akıyor.


Zaha Hadid’in Abu Dabi için tasarladığı müzenin maketi

Dubai ve Abu Dabi’deki bu görülmemiş kültür ve yapılaşma hareketi bir mimari çığır açıyor. Frank Gerry, Zaha Hadid, Tadao Ando, Jean Nouvelle gibi hiper mimarlar bu çığırın temsilcileri. Zamanımızın Palladio’ları, Brunelleschi’leri belki. Ama buradaki mimari hem Rönesansın klasist mimarisinden, hem de fonksiyonalist modern mimariden farklı, çünkü mimarlık burada tam anlamıyla bir gösteri (spectacle). Örneğin, Nouvelle’in tasarladığı Louvre bir uçan daire, Zaha Hadid’in tasarladığı merkez ise bir deniz kabuğu. Dolayısıyla önceden olduğu gibi, bu müzelerde sanat mimarlığı değil, tersine mimarlık sanatı anlamlandırıyor. Dolayısıyla mimarlıkla sanat arasındaki yüzyıllardır süregiden çatışmada nihayet mimarlık sanata galip geliyor. Ortaçağdaki katedraller döneminde olduğu gibi. Bu gösteri mimarlığından şeyhler çok hoşlanıyor. Örneğin Katar Şeyhi, İslam Eserleri Müzesi’nin mimarisini Pei’ye verirken “ uç uçabileceğin kadar” diyor. İşlev önemli değil, yeter ki bu uçuk yapılar gerçekten en az bir katedral kadar büyüleyici olsun, ikonik olsun ve bulunduğu kenti mühürleyebilsin. Mimar Gehry de “böyle bir mimarlığın ne Avrupa’da, ne Amerika’da yapılamayacağını” söylüyor. Dubai hadisesini inceleyen Mike Davis*, Dubai’de Dehşet ve Para başlıklı makalesinde bu mimarlığı Hitler’in mimarı Albert Speer’in stiliyle Disneyland stili arasında bir yerlere koyuyor.

* Mike Davis, “Fear and Money in Dubai”, New Left Review 41, Eylül-Ekim 2006.

Abu Dabi’deki Saadiyat sanat şehrini, daha uygun düştüğünden para merkezi Dubai’de açılan Körfez Sanat Fuarı ve Christie’s ile Sotheby’s’in müzayede şirketleri tamamlıyor. Gerçi Abu Dabi’de de Art Paris’in bir ayağı var ama diğeri kadar iddialı değil. Zamanımızda fuarlar ve müzayedeler sanatın ve paranın buluştuğu en güçlü ortamlar. Galeriler de, hatta bienaller de giderek bu ortamlara eklemleniyorlar. New York’da yayınlanan Uluslararası Sanat Fuarları Gazetesi’nin son sayısı manşetten “sanat fuarlarının yeni bienaller, bienallerin de yeni sanat fuarları” olduğunu ilan ediyor. Fuarlar önemli ölçüde dünyanın küresel bankaları tarafından himaye ediliyor.Örneğin Miami Basel Fuarı, Türkiye’de yoğun bir sanat bankacılığı kulisi yapan UBS tarafından himaye ediliyor. Contemporary İstanbul önce Deutsche Bank, sonra Akbank himayesinde açıldı. Dubai’deki fuarın yarı hissesini de açılır açılmaz buradaki Uluslararası Ticaret Merkezi satın alıyor. Bu merkez de bir bankalar birliği: HSBC,Morgan Stanley, Credit Suisse,.. Miami Basel’in öncülüğünü yaptığı bu yeni fuarlarda lüks tüketimle eğlence iç içe geçiyor. Bu bakımdan Miami’daki fuar şaşırtıcı ölçüde zengin bir turizm endüstrisi yarattı. Dubai’nin sunduğu eğlence, tüketim ve para işlemlerinin sınırsızlığıyla, Miami Basel’i çok kısa sürede aşacağına inanılıyor. Sanat bu ortamlarda bir nihai lüks (ultimate luxury) gibi ilgi görüyor. Zaten giderek moda, mücevher ve tasarım dünyası ile sanat dünyası aynı iletişim mecralarını paylaşıyorlar; hepsi aynı kodlarla anlamdırılıyorlar. Dünyanın en büyük lüks tüketim şirketlerinden, Louis Vitton, Christian Dior ve Givenchy markalarına sahip olan LVMH,Paris’te bir sanat/tasarım/kültür merkezi kuruyor. Ondan önce ise, Gucci, Yves Saint Laurent markalarının yanı sıra Christie’s müzayede evi, Chateau-Latour şarapları ve Stade Rennais futbol takımının da sahibi olan François Pinault, Venedik’teki Palazzo Grassi’de özel müzesini açıyordu. Başka mecralardan da örnek vermek gerekirse, zamanında eleştirmen Clement Greenberg’in modernizmine karşı bayrak açmış, son derece radikal Art Forum dergisi şimdi bir lüksler galerisi. Yine Türkiye’de Antik Dekor ve Galerist’in dergisi böyle. Zaten sanat eserlerine tasarım nesneleri gibi bakılıyor yavaş yavaş. Art in America dergisinin son sayısında Damien Hirst’ün sergisi, “Artwork designed by Damien Hirst” biçiminde ilan ediliyor: “Damien Hirst tarafından tasarlanan sanat eseri”. Bir işe yaramayan kimi tasarımlar da sanat diye piyasaya sürülüyor bir yandan: üstüne oturamayacağınız sandalyeler, içinden su içemeyeceğiniz bardaklar,... Tasarım ürünlerinin her koşulda bir işe yaraması gerektiği için, yararsızlar sanat oluyor. Nasıl olsa Kant, sanatın yararsız ve çıkarsız olduğunu bildirmiş. Bu fırsattan istifade, adı bir markaya dönüşmüş olan Gehry, dünyanın en lüks mücevher firmalarından Tiffany’ye bir yüzük tasarlıyor. Bu yüzük, Bilbao Guggenheim Müzesi’nin planı biçiminde, elmas bir yüzük ve fiyatı 1 milyon dolar. İktisatçı Olav Velthius, çağdaş sanat piyasasını incelediği Hayali Ekonomi kitabında artık sanatın metalaşması yerine metanın sanatsallaşmasından söz etmenin yerinde olduğunu yazıyor.* Büyük paranın kuyruğa girdiği fuarlarda, müzayedelerde çağdaş sanata olan talep arttıkça, zaten postmodern kültürel politikalar uyarınca modern anlamıyla hiçbir estetik normu kalmayan işler iyice popülerleşiyor, iyice endüstrileşiyor. Örneğin küratör Charles Esche, müzenin izleyicilerine onlar için iyi olan değil de, onların arzularını karşılayan birşey gibi hitap etmesini öneriyor:** Yani, “izleyiciler ne istiyorlarsa onu verelim, uğraştırmayalım”. Ancak bu popülerleşmeye rağmen, çağdaş sanata talep arttıkça fiyatı da giderek yükseliyor. Zaten, lüks demek bir anlamda pahalı demek oluyorr; dolayısıyla, daha pahalı daha lüks luyor. Çağımızda sanat için en geçerli tanım, sanat etiketiyle satılıyor olmasıdır. Bu bakımdan 1970lerden beri söylendiği gibi, “anything goes”. Abu Dabi şimdiden çağdaş koleksiyonlarına 520 milyon dolar ayırıyor. Ancak bir anda sanat piyasasını sarsmamak için bu bütçesini peyderpey harcayacak. Koleksiyonları Louvre girişiminin arkasındaki Fransız Müzeler Ajansı yürütüyor.

* Olav Velthius, Imaginary Economics- Contemporary Artists and the World of Big Money (Rotterdam, NAI Publishers, 2005).
** Melissa Gronlund, Frieze Projects-Artists’ Commissions and Talks (London, Frieze, 2006), s.171.

Sonuçta, çağdaş Arap prenslerinin örgütlediği bu para ve sanat cennetine daha şimdiden dünya akıp duruyor. Medicilerin Floransa’sı Rönesans döneminde, Paris modern zamanlarda, New York da çağdaş sanatta Batı’nın kültür merkezleriyse, mekkeleriyse, şimdi de Mahtum’ların Abu Dabi’si ve Dubai’si, Rönesans ile başlayan dönemi kapatan başka bir miladın, başka bir doğuşun merkezi olarak beliriyor. Tabii bu noktada Pompidou Müzesi ve ArtBasel gibi küresel sanat operatörlerinin gözünü diktiği Şanghay’ın yükselişini de kaydetmek gerekir. Hou Hanru’nun örgütlenmesinde büyük katkısı olduğu, 300 000 milyoneri olmakla övünen Çin’in sanat pazarının gelişmesini es geçmemek gerekir. 

Öteki Dubai ve Rönesans

Tabii bütün bu Abu Dabi ve Dubai fenomeninin, bu serapların, simulacrumun bir de öteki gerçek yüzü var. Dubai gerçekten küresel sermayeyi tanımlayan sınırsızlığın, vatansızlığın vahası. Hiçbir kayıt, koşul, denetim olmayınca para da buraya akıyor. Özellikle de kara para. Dolayısıyla küresel mafya cirit atıyor burada. Böyle olunca küresel korporasyonlar, özellikle petrol ve savaş endüstrileri de buraya yığınak yapıyor. Örneğin, Halliburton. Amerikan Başkan Yardımcısı Dick Cheney’nin kurduğu ve bu görevinden önce CEO’su olduğu Halliburton Şirketi, merkezini Dallas’tan Dubai’ye taşıyor. Son günlerdeki Blackwater skandalını biliyorsunuz: Hani birtakım özel güvenlik şirketlerinin askerleri keyiflerince bir çok sivili öldürüyorlar Irak’ta. İşte bu Blackwater Güvenlik Şirketi, Halliburton’ın bünyesinde bir kurumdur. Körfez, petrol kadar savaştan ve terörden de para kazanıyor. Çünkü her ikisi de petrol fiyatlarını fena halde tırmandırıyor. Bu tırmanış özellikle New York’taki Dünya Ticaret Merkezi’ne yapılan saldırılarla hızlandı. Örneğin, geçtiğimiz günlerde, Türkiye’nin Irak’a müdahalesi konusunda hükümete yetki veren tezkerenin geçmesiyle birlikte, petrolün varil başına fiyatı 18 cent arttı ve 86 doların üstüne çıktı. Para trafiğinin buradaki denetimsizliğinden yararlanan Taliban ve El Kaide örgütlerinin de Dubai İslam Bankası üzerinden çalıştıkları biliniyor. Bunun karşılığında, tabii bu örgütler de din kardeşlerinin kulelerine dokunmuyorlar. Aynı zamanda Dubai dünyanın en pahalı, fakat en canlı fuhuş pazarı. Yukardaki tablodan da başka türlü olması beklenemez.

Emirliklerde sermaye ve yöneticileri ne kadar özgürse, emek de o kadar mahpus. İşçiler hep gözden uzak veya gözden saklanmış şantiyelere kapatılıyorlar. Dolayısıyla kimse onları görmüyor. Ortalıkta emek yok, işçi yok, dolayısıyla yoksulluk da yok. Sanki sınıfsız bu toplumlar. Mike Davis buna “dünyada servet sahiplerinin komünizmi” diyor. Oysa, çoğu Güney Asya’an gelen işçiler, Dubai’nin görkemini inşa etmek için son derece gayri insani koşullarda çalışıyorlar e barınıyorlar. Cehennemi sıcakta her gün 12 saat iş görüyorlar ve karşılığında 100-150 dolar aylık alıyorlar. Yalnız 2004’te iş kazalarında ölen işçi sayısı 880. Ölmeyip de işi bitenler veya çalıştıkları koşullara razı gelmeyenler hemen sınır dışı ediliyor. Geldiklerinde ise, kaçmasınlar diye pasaportları ellerinden alınıyor. Bir tür yeni kölelik rejimi.Zaten 1971’e kadar İngilizlerin vekilliğinde yönetilen Dubai’de kölelik daha yeni, 1963’te kaldırılmış.. Kısacası, yurttaşlık yok, bireysel egemenlik yok, sendika yok, muhalefet yok, demokrasi yok, ... Bir şirketler federasyonu. Ve bu şirketler federasyonun CEO’su şeyhler; yöneticileri, uzmanları ise onları Osmanlı’ya karşı himaye etmek üzere vaktiyle bölgeye gelen İngilizler. Mike Davis’e göre sonuçtaki tablo, “neoliberal ütopya’nın ta kendisi” : Friedman, Hayek gibi neoliberalizmin fikir babalarının kurduğu Chicago Üniversitesi Ekonomi Okulu tarafından tasarlansaydı da ancak bu kadar olurdu.

Mimarlığı çağdaş yıldızlarından Rem Koolhaas ise, son İstanbul Bienali’nde sergilediği Dubai manzaralarında, “Körfez”in “yeni bir urbanizm ve mimarlik için son fırsat” olduğunu açıklıyor. Bienal küratörü Hou Hanru’nun düzenlediği ve “sanat ile kentsel hayat arasındaki sınırların topyekün kalkması için ortak bir eylem çağrısı” oduğunu bildirdiği Entre-polis sergisinde Rem Koolhaas’ın hayal ettiği “Dubai Rönesansı” nı lanse etmesi oldukça anlamlı.* Gerçekten de Rem Koolhaas’ın katıldığı, ancak birinciliği Zaha Hadid’in “Danseden Kuleler” projesine kaptırdığı mimarlık yarışmasına sunduğu projenin adı da “Dubai Rönesans”. Şimdi şeyhleri, bu kaybettiği yarışma projesini başka bir yere taşımak için ikna etmeye çabalıyor. Bundan sonra Rem Koolhaas’ın, birçok bienalde nasıl ve niye boy gösterdiğini kavramak güç olmasa gerekir.

* İlkay Baliç Ayvaz (ed.), İmkansız Değil Üstelik Gerekli: Küresel Savaş Çağında İyimserlik (İstanbul, İKSV, 2007), s.340.

Şimdi gerçekten, bu çölün ortasında yükselen yeni bir uygarlık değil de nedir?Gerçi Rönesans gibi Greko-Romen bir antikitleye yaslanmıyor. Ama onun da bir antikitesi var. Bence onun antikitesi modernlik. Modernliğin harabeleri üzerinde yükseliyor. Çölden gelen Beni Yas Hanedanı, Toskana ovalarından gelen Medici’ler gibi ve onlardan beş yüz yıl sonra, sanat sayesinde bir saltanat rejimi kurmayı başarmış görünmektedir. Belki bu, postmodern bir enstalasyon gibi, modernlikten kırpılan yıldızlardan bir asemblajdır, bir pastiştir. Veya deniz ortasındaki sahte adalar gibi sanal bir alemdir; bir bilim kurgu romandır; veya Las Vegas’ın ‘gerçekleşmesidir’. Bir köpüktür, bir balondur; bir cennet veya kıyamettir, bir ütopyadır veya distopyadır. Karar sizin.

Neyse ki, zamanında da olduğu gibi, prenslerin de, şeyhlerin de himayelerinin ve mucizelerinin ötesinde sanat yaşanacaktır. Yaşanmaktadır. Teşekkür ederim.