FİNANSIN GÜCÜNÜN YÜKSELMESİYLE, HAYATIN FİNANSALLAŞMASI SANATI DA FİNANSALLAŞTIRIYOR VE GİDEREK SPEKÜLATİF FAALİYETLERİN NESNESİ HALİNE DÖNÜŞÜYOR

Mart 2011, Deniz Uysal tarafından derlenen "İstanbul Kültür ve Sanat Sektörü" (İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları) içinde, Ceyda Bakbaşa ile yapılan görüşme.

Türkiye’de sanat yayıncılığı, yayıncılık sektöründe hangi konumda ve nasıl bir gelişme gösteriyor?

Sanatla ilgili yayınlar, 1990’ların ortalarında artmaya başladı; ama arttıkça bir yandan da gittikçe popülerleşti. Yani tarihle ilgili, sanat eleştirisiyle ilgili niteliklerini kaybetmeye başladı. Aslında bu süreç bütün dünyada görüldü. Örneğin ABD’de daha önce özel sanat sayfası olan bazı önemli gazetelerin ve dergilerin artık başlı başına sanatla ilgili sayfaları yok. Sanat genellikle “leisure”, yani serbest zaman bölümüne kaymış. Bir sergi ile ilgili değerlendirme, moda ve tasarım ile ilgili, gösteri dünyasıyla ilgili haberlerle aynı yerde. Bizde ise sanat haberleri iyice magazinleştiriliyor: galerici aşkları, açılışlara katılanlar, fiyatlar, vb. Artık her “cemiyet dergisi”nin bu tür haberlerle ve fotoğraflarla doldurulmuş sanat sayfaları var.

Tabii bu sanat yayıncılığının popülerleşmesi, sanatın giderek popülerleşmesini izliyor. Sanatın popülerleşmesini bir erişim meselesi olarak görmüyorum. Yani daha çok sayıda ve daha farklı insanın sanatla ilgilenmesi gibi görmüyorum. Zaten bu tezler de doğru değil. Hiçbir büyük çağdaş sergi, bienal ve fuarlar dahil, henüz 19. yüzyıl sonunda örneğin Paris’te açılan salon sergileri kadar izleyici toplamayı başarabilmiş değil. Popülerleşmeyi kültürel bir dönüşüm süreci olarak görüyorum. Bu süreçte sanat özerkliğini kaybediyor. Ve özerkliğin sonuçları olan modernist ve avangard sanat parçalanıyor. Şimdilerde örneğin finansın gücünün yükselmesiyle, hayat finansallaştıkça sanat da finansallaşıyor ve giderek spekülatif faaliyetlerin nesnesi haline dönüşüyor. Bundan bir yüzyıl kadar önce avangard bir eserin satılması önemliydi. Aykırılığın, özgün olmanın bir koşulu gibiydi. Oysa şimdi, bir iş satmazsa neredeyse sanat sayılmıyor. Öte yandan ne kadar pahalıya satarsa, estetik bakımdan da o derece değerli sayılıyor. İşte özerkliğin terk edildiği sanattaki bu dönüşümde, sanat yayıncılığı da ayak uyduruyor. Örneğin, son zamanlarda özellikle müzayede fiyatlarıyla ilgili haberler medyayı dolduruyor. Oysa ki sanat eserinin fiyatı, sanatla ilgili konuşulacak en son şey olmalıdır. Çünkü sanatla ilgili değil, pazarlamayla, piyasayla ilgili bir konudur.

Sonuçta sanat birtakım hakikatleri gösteren bir alan olmaktan çıkıyor, bir eğlence alanı veya yatırım alanı haline geliyor. Türkiye’de sanat tarihi ve eleştirisi konularındaki yayınlar zaten oldukça sınırlıydı. Bir “sanat yayıncılığı” sektöründen söz edecek kadar yoğun değildi. Şimdi sanatla ilgili daha çok şey yayınlanıyor, ama bu kez de yayınlananlar daha ziyade gösteri kültürüyle, popüler kültürle kaynıyor.

Sanat yayıncılığının İstanbul’daki fuarlar, bienal, müzeler ve sanat ortamının geneliyle ilişkisini nasıl değerlendirirsiniz?

Sanat yayınlarında tabii müzelerin devreye girmesi önemli. Böylece katalog yayınları gelişti. Ama bir takım sergiler gibi, birçok katalog da göstermelik olabiliyor. Oysa ki sanat yayıncılığında katalog çok önemlidir, çünkü tarih yazımının en önemli kaynaklarından birini oluşturur. Paradigmatik sergilerin katalogları o serginin teorik tutanakları sayılır. Örneğin MoMA’nın International Style, Abstact Expressionism, Primitivism, High and Low gibi sergileri ve katalogları bütün Batı’da büyük tartışmalar başlatmıştır; hatta bir takım sanat hareketlerinin doğmasına veya örgütlenmesine yol açmıştır. Hoş, artık MoMA’da bile böyle sergilere pek rastlanmıyor. Katalog ve yayın bölümleri küçüldükçe, yerini tasarım dükkânları aldı. Bizde, yukarıda örneklerini verdiğim gibi, birtakım tezler öneren sergilere pek rastlanmıyor. Benim bildiğim 1994 yılında Ankara’da düzenlenen 1950-2000 Sergisi böyle bir sergiydi ve postkolonyal düşünceden hareket ederek Türkiye’de sanatta modernist bir kırılmanın tarihini tartışmaya açıyordu. Sanat yayıncılığına dönersek, her koşulda katalogların yayınlanıyor olması önemli. Çünkü metinleri işe yaramasa da, hiç olmazsa sergilenen eserlerin illüstrasyonlarını sunuyorlar. Ama örneğin Pera Müzesi’nden, metinleri de zengin olan, kaynak niteliğinde katalogların çıktığını da görüyoruz.

Kanımca sanat yayıncılığı bağlamında en önemli adım sergi katalogları. Katalog yayınlama gereği müzelerin dışına da taştı. Bu gelişme bizim için çok kritik. Çünkü bize müzecilik uzun zaman yerleşemediğinden, sanat tarihi önemli ölçüde “resimlerden” değil metinlerden yazılabiliyordu. İster istemez, başlıca kaynak, sanat eserleri değil, önceki metinler oluyordu. Bu da tarih yazımında bir devr-i daime neden oluyordu. Dolayısıyla müzecilik, tarihsizliği de peşinden getiriyordu.

Bienal kataloglarında da bir gelişme izliyoruz. Artık bienal kataloglarının küresel bir formatı var ve altına düşemiyorsunuz. Ama fuar katalogları için aynı şeyi söyleyemeyeceğim. Fuarlar son derece ticari ortamlar olmalarına rağmen, Londra’da Frieze, Paris’te Fiac gibi fuarlar gene de kendi bünyelerinde eleştirel ortamlar oluşturabiliyorlar. Dolayısıyla yayınlarında gayet güncel, yoğun teori ve tarih tartışmaları da bulabiliyorsunuz. Üstelik bunların önemli bölümü bizzat fuarlarla uğraşıyor. Fuar ve bienal kataloglarında sergilenen işleri de görüyorsunuz, örneğin bir Jacques Ranciére gibi çağdaş estetikçilerin özgün metinlerini de okuyorsunuz. Bizde eleştiriye açık değil kurumlar. Halbuki işte eleştiri nedir? En başta teori ile tarihtir. Bizde eleştiri hep negatif bir izlenim uyandırıyor. Ve kültür kurumları özelleştikçe bu izlenim güçleniyor. Oysa eleştiri kamu müzelerinin dinamiğidir. Bir bakıma tarih kadar kamu müzesinin mekânına sinmiştir eleştiri. Çünkü müze eğer size bir anlatı sunuyorsa bunu sizi etkin kılmak için, kendi kendinize de olsa tartışmaya kışkırtmak için yapıyor. Ancak özel müzelerde sergilerin bir kurumsal iletişim ortamı olarak değerlendirilmesi ağır basıyor. O zaman da yönetim (“management”) disiplinleri fazlasıyla etkin oluyor. Sergiler, tarihçilerin, teorisyenlerin, estetisyenlerin ilgisinden ve etkisinden çıkıyor, artokrasi dediğim, yeni sanat yöneticileri kesiminin elinde kalıyor. Tabii sanatla işletmeyi, yönetim disiplinlerini bağdaştırmak da çok zor.

Yayınevleri arasında da sanatla ilgili dizileri olan kitabevleri var. Örneğin Remzi Kitabevi’nin yayınladığı Gombrich’in Hauser’in ve Lynton’ın kitapları bir zamanlar “hayat kurtardı”. Ardından Remzi, modern sanatın kimi temel akımlarına ilişkin kaynaklar da yayınladı. Bunların hâlâ yeni baskılarının yapılıyor olması da bence küçümsenmeyecek bir durum. Sanat tarihi formalist bir kalıplarından kurtulup çok geniş ve karmaşık bir bağlama yerleştikçe, zaten belli başlı yayınevlerinin kimi yayınları da kendiliğinden “sanat kitabı” oluyor. Hemen aklıma gelenler Metis ve Ayrıntı yayınları… İletişim Yayınları da yaklaşık on yıldır benim editörlüğünü yaptığım özel bir sanat dizisi yayınlıyor: “Sanat Hayat”. Bu dizi, sanata kültürel eleştiri perspektifinden yaklaşan kimi temel ve çağdaş metinleri yayınlıyor ve eleştirel müzeolojiye de özel bir yer veriyor. Böylece birbirini tamamlayan ve hiçbir zaman ömrünü doldurmayacak metinlerden bir tarih ve teori kaynakçası oluşturmaya uğraşıyor. Neredeyse yirmi kitaba ulaştı.