ÇAĞDAŞ MÜZELER SANATI TARİHTEN YALITIYOR

13.04.2017 tarihinde Cumhuriyet Kitap için Aslı Uluşahin ile yapılan görüşme.

Sanat tarihçisi Ali Artun, İstanbul Teknik Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü’nde “Sanat ve İktidar” konusunda iki ders vermesinin yanında İletişim Yayınları’ndan çıkan “Sanat-Hayat” dizisinin editörlüğünü yapıyor. 40 kitaba ulaşan bu dizi, Ali Artun’un deyimiyle, sanat tarihi alanındaki eleştirel birikimi değerlendirmek üzere başladı: “Son zamanlarda sanat tarihi alanında çok ciddi bir canlanma oldu. 20. yüzyıl sanatı neredeyse yeniden yazılıyor. Rus avangardı gibi etkili hareketler keşfedildi. Sanat-Hayat olabildiği kadar bu canlanmanın bir tercümesi.” 

Kitapların ilk bölümü modernizm ve avangardla uğraşıyor. Onun için dizi, modernizmin babası kabul edilen Baudelaire’le başlamış. Baudelaire aynı zamanda eleştiri türünün de kurucusu sayılıyor. Baudelaire'den sonra Simmel’in modernlik üzerine yazıları, daha sonra da avangard kuramının köşetaşı olan Bürger'in kitabı yayımlanıyor. İkinci bölümü çağdaş sanatla ve estetikle ilgili kitaplar oluşturuyor. Bu iki bölüm dışındaki bir grup da avangard mimarlıkla ilgili kaynaklar. Bir de tabii müzecilik konusundaki kaynaklar var.

Ali Artun, onun için “müzeciliğin özel bir önemi olduğunu” söylüyor: “Müzeler kuruldukları dönemlerdeki bilgi rejimini, sembolik iktidarları incelemek için çok ideal bir ortam." 

Yeni çıkan “Mümkün Olmayan Müze: Müzeler Ne Gösteriyor?”, dizisindeki müzelerle ilgili kitapların altıncısı. Aslında, kitap, Artun’un yazılarıyla, müzelerin bugün neyi göstermediğini, neyi temsil etmediği anlatıyor. Müzeler tarih sahnesiydi. Peki şimdi bu sahneyi kimler ya da neler işgal ediyor?

Ali Artun ile bir araya geldiğimizde, kitabın altını çizdiği konulara değinmeye çalıştık ve kitabın izleğinde müzeleri konuştuk. 

Dizideki diğer kitaplar spesifik alanlara ilişkindi: Osmanlı’da müzecilik, sanat müzeleri, sanatçı müzeleri. Bu kitapsa farklı dönemlerdeki, farklı türdeki müzelerle ilgili genel bir değerlendirme niteliğinde.

Bu kitap, yeni kaleme alınmış iki metin dışında, müzecilik alanında geçtiğimiz 15 yılda yazmış olduğum metinlerden bir seçki sunuyor. Müze dediğimizde çok gerilere uzanan bir oluşumdan söz ediyoruz: İnsanlar baştan beri kendi yarattıkları ve onlar için sembolik değer ifade eden nesneleri, yapıntıları, sanat ürünlerini toplamışlar, biriktirmişler. Firavun mezarları bile kısmen müze olarak kabul edilebilir. “Mümkün Olmayan Müze”, başlardan zamanımıza kadarki değişik müze örneklerine bakıyor. Rönesans dönemi müzeleri olan nadire kabineleri ve 19. yüzyılın modern müzelerini de ele alıyor, zamanımızdaki Bilbao Guggenheim veya Borusan Ofis Müzesi gibi çağdaş örnekleri de. Sonra bir zamanlar fena halde kapıldığım mimarlık müzeleriyle, antropoloji müzeleri üzerinde de duruyor. Bütün bunlar bir arada sunulunca, müzelerin yer aldığı farklı tarihsel dönemlerin bilgi rejimleri, hakikat rejimleriyle ilgili bir tablo ortaya çıkıyor. Müzelerin sembolik anlamlandırma düzenlerindeki etkisi, önemi, işlevi nedeniyle... 

ÇAĞDAŞ MÜZELERDE MODERNİZM PARÇALANDI

Müzeler tarih/ulus yaratmak için kurulurken bu anlam zaman içinde kırılıyor. Kırılma ne zaman oluyor? 

İlk büyük kırılma, imparatorların, aristokratların nadire kabinelerinden, yeni yeni kurulan ulus devletlerin modern müzelerine geçişle oluşuyor. Bu müzeler, başta Louvre, arkasından British Museum, Berlin Müzesi, Viyana Müzesi, Metropolitan,... Bu müzelere “evrensel müzeler” deniyor çünkü buralarda bütün insan uygarlığının tarihinin sahnelendiği iddia ediliyor. Modernlik kolonyalizmle uyanan bir dönem. Dolayısıyla bu müzeler de kolonyalist güçlerin adeta fetih sahneleri haline geliyor. 

Yağmayla oluşuyorlar ve tüm dünyayı kapsama iddiasında...

Evet. Bu büyük modern-evrensel müzelerin kurulması feci bir yağmalamaya yol açmış. Üstelik bu talanlar kendilerini bütün uygarlıkların sahibi gibi gören güçler tarafından meşrulaştırılmış. Çünkü tarih bilinçleri olmayan, barbar veya geri kalmış sayılan kültürlerin, ancak Batı-merkezli anlatılar tarafından ve bu anlatıları sergileyen müzeler sayesinde tarihselleştirileceğine inanıyorlar. 

Müzeolojideki ikinci büyük kırılmayı zamanımızda yaşıyoruz. Çağdaş zamanlarda, küreselleşmeyle ve neo-liberalizmle birlikte modern müzelerin arkasındaki bilgi rejimleri, ya da hakikat rejimleri de parçalanmaya başladı. Bu dönem, kültürel alanda, başta post-modernizm olarak anılıyordu. Ama '90’larda bunun yerini çağdaşlık aldı, contemporaneity. Bundan böyle, modernlik ve çağdaşlık, iki ayrı tarihsel dönem gibi birbirlerinden ayırt edilmeye başladı. Birbirlerinden ayrı ve birbirlerine karşıt... Çağdaşlık “aynı zaman diliminde yaşamak” gibi gündelik dildeki anlamlarının dışında, bir tarihsel dönemi ifade etmeye başladı. İşte çağdaş müzeler de bu dönemin sahneleri.

Çağdaş müzelerde ‘parçalanan’ neydi?

Çağdaş müzelerde, modernlik dönemi müzelerinin inşasında son derecede etkin oldukları, ulusallık, evrensellik, bireysellik, kamusallık, laiklik, hümanizm, yurttaşlık gibi anlayışlar parçalanmaya başladı. Örneğin bugün çağdaş sanattan ve çağdaş müzelerden geçilmeyen Körfez emirliklerinde, bunlardan bir eser yoktur. Kurucusu Thomas Krens’in bir mimarlık gösterisi olduğunu söylediği Bilbao’daki Guggenheim Müzesi’nde de. Zaten Bilbao'nun ta 1900'lerde kurulmuş gayet hakiki bir modern müzesi zaten var.

Nasıl ki modern müzeler, nadire kabinelerini, sarayın ve kilisenin himayesindeki koleksiyonların arkasındaki sembolik anlamlandırma düzenini parçaladı; tanrının, imparatorun, aristokrasinin yerine insanlığın ortak kaderini temsil etmeye başladı; çağdaş müzeler de aynı şekilde modernliğin temsillerini parçaladı. 2006 yılında yayımlanan “Müze ve Modernlik” kitabında bu konuları uzun uzun inceliyorum.

MÜZEMANİ ÇAĞI

“Mümkün Olmayan Müze” kitabında “Zamanımızın müze kritiklerine göre çağdaş müze, korumanın değil, parçalanmanın; hatırlamanın değil unutmanın; gerçeğin değil sahtenin mekânı” diyorsunuz. 

Modernlikten çağdaşlığa geçişle birlikte, tarih fikrinde, hatta zamansallık dediğimiz hadisede ciddi bir dönüşüm yaşandı. Bu o kadar radikal bir dönüşümdü ki, hepsi Fukuyama’nınki gibi popüler olmasa da, “tarihin sonu”na ilişkin birçok yayın yapıldı. Modern tarih kuramlarını eleştiren farklı farklı tarih yöntemleri, epistemolojileri ortaya atıldı. Büyük anlatılar gözden düştü, zamanın ilerlediği fikrine dayanan teleolojik tarihler terk edildi. Dolayısıyla, insanlığın nihayetinde ulaşacağı varsayılan ideal sonlara, “altın çağlar”a ait “telos”lar, ütopyalar terk edildi. İlerleme olmayınca, avangard sanatın dinamiği olan “yeni” fikri de aşınmaya başladı. Tarih şimdiki zamana indirgendi. Borges’in söylediği gibi “şimdinin sonsuzluğu”nda yaşamaya başladık sanki. 

İşte çağdaş müzeler de, sanatı tarihsel ufkundan yalıtıyor. Bir anlamda tarihsizleştiriyor. Güncelliyor. Louvre Müzesi'ni veya Berlin’de Altes Museum’u gezerseniz sanatın bir kronolojiye, biyografiye, estetik hiyerarşiye ve uluslara göre tarihselleştirildiği bir sahne izlersiniz: Fransız sanatı, Felemenk sanatı, İtalyan sanatı, vb. Ama örneğin Gucci çağdaş sanat müzesini gezerseniz, sanatın Pinault'nun sahip olduğu birtakım lüks moda şirketlerini markalandırdığı güncel bir gösteri izlersiniz. 

Yakında Sanat-Hayat dizisinden yayımlanacak Hans Belting’in “Sanat Tarihinin Sonu mu?” kitabında değindiği gibi, önceden bir eserin sanat olduğu ve sanat tarihine dahil olduğu müzeye kabul edilmesiyle anlaşılırdı. Şimdi neyin sanat olduğuna piyasa karar veriyor; ama o da, gene Belting'in söylediği gibi, “alternatif bir bağlam sunmaktan aciz”. “Tarihin sonu” tezleriyle, Arthur Danto veya Donald Kuspit gibi estetik filozoflarının “sanatı sonu”na ait teorilerinin eş zamanlı olması tesadüf değil. Hepsi modernliğin parçalanmasını ifade ediyor. 

Çağdaş müzelerin gerçeğin değil de, sahtenin mekânı olmasıyla ilgili sözler de, sanat müzeleri ve oradaki eserlerin sahte olmasıyla ilgili değil; müzelerin bir medyaya, bir iletişim ortamına dönüşmesiyle ilgili. “Darwinciliğe Karşı Adnan Hoca Yaratılış Müzesi” ile “Süleyman Demirel Demokrasiye Sadakat Müzesi” örnek olabilir. Ya da UFO Müzesi... Bu müze çılgınlığına bakınca bir çelişki varmış gibi görünüyor. Bir yandan modern tarih fikrinin eridiğine tanık oluyoruz, diğer yandan bir müzemani yaşanıyor. Oysa müzeler tarih sahneleri değiller miydi? Sanki herkes tarihin yok olması tehdidi karşısında müzelere sarılıyor. Adeta bekasını ispatlamak için.

MÜZELER ARTIK PİYASANIN SAHNESİ

Şu da etkili olsa gerek: Öncesinde müzeler devlet eliyle kuruluyor, bu şekilde örgütleniyordu. Bugün artık sermayenin elinde. Fransa’nın simgesi Louvre, artık diğer ülkelere satılabilen bir marka.  

Küreselleşme böyle bir şey değil mi? Devletin egemenliğinin giderek artan ölçülerde şirketlere devredilmesi. Bunun sonucunda tabii müzeler de şirketleşiyor. Şirketleşince de, ister istemez şirketlerin gücünü sembolleştiren bir sahne oluyor ve bir şirket modelinde yönetiliyor. Bu durum, bir bienalin, bir müzenin ille de korporasyonların markalarıyla, logolarıyla donatılması demek değil. Ama, şirketlerin kendi “kurumsal yönetim” veya sanat yönetimi disiplinlerine göre belirlenen müzecilik anlayışı, ister istemez sonunda kendi teknolojilerine uygun bir sahne doğuruyor. Kaldı ki bu arada markaların kendi müzeleri de gittikçe artıyor: Lüks moda markalarının müzeleri gibi.

Çok sevdiğim Matisse’in “Dans” tablosu Louis Vuitton’un müzesinde.

Gucci, Prada, Yves Saint Laurent, Louis Vuitton müzeleri İtalya’yı ve Fransa’yı işgal etmeye başladı. Venedik’in, Floransa’nın en müthiş saraylarını ele geçiriyorlar, özelleştiriyorlar. Bu müzelerde sanat, lüksle, modayla ve tasarımla iç içe geçiyor. 19. yüzyıl başından beri, modernizmin gelişmesiyle örgütlenen sanatın özerkliğinden geriye bir şey kalmıyor.

LÜKS KONUTLAR SANATLA PAZARLANIYOR

Burada, kitapta da sık sık altı çizilen “müzelerin medyalaşması” meselesi devreye giriyor. Müzenin bir iletişim aracına dönüşmesi. Zaten uzun zamandır kültür merkezleri, rantı meşrulaştırma aracı olarak kullanılmıyor mu?

Küreselleşmeyle birlikte uluslararası rekabetin yerini metropoller arası rekabet almaya başladı. Tabii İstanbul da bu rekabete katıldı. Müzeler, bienaller, festivaller, fuarlar, vb. metropoller arası rekabetin en önemli mecraları, medyaları haline geldi. Öte yandan galeriler ve müzeler kentsel dönüşümdeki rantın örgütlenmesinde de önemli. Buna paralel olarak, bir de dikkat ediyor musunuz bilmiyorum, lüks konutların pazarlanmasında da sanat gayet etkin bir medya. Emlak şirketleri galeri açıyor, sanat dergileri çıkarıyor. Örneğin, 42 Maslak Projesi, “tamamen sanatla yaşayan bir proje” olarak tanıtılıyor ve “Artful Living” dergisini yayımlıyor. Varyap “yaşam-sanat galerileri” açıyor, Rixos Residences Bomonti ise “sanatın kollarında estetik bir yaşam” sunuyor. 

Müzenin bir iletişim medyasına dönüşmesinin bence en açık örneği Borusan Ofis Müze. Onun için kitapta bu müzeye de değindim. Sanıyorum dünyada örneksiz. Siz Borusan Ofis Müzesi’ne (Borusan Contemporary) gittiğinizde, müze diye düpedüz şirketin yönetim merkezini geziyorsunuz. Masalar, sandalyeler, koltuklar, makamlar, odalar filan, bir de önemli bir bölümü sipariş olan, çoğu dekor kabilinden eserler. İşte bu eserler merkezin müze olarak tanımlanmasına yetiyor. Gerçi daha sonra bunlara Asım Kocabıyık’ın birtakım koleksiyonları da eklendi. Ama şimdi bu ofise modern anlamıyla müze diyebilir miyiz?

Aslında şimdi İstanbul’un şehir içindeki varoşu sayılan Dolapdere, inşaatı süren Koç Çağdaş Sanat Müzesi ve galerilerle benzer bir değişime hazırlanıyor.

Bir yere galeriler geldi mi orada kentsel ranta dönük bir dönüşüm başlıyor. Bunun en erken örneklerinden biri New York’ta Soho. Soho’da önceden Porto Rikolu ve Afrikalı işçilerin çalıştığı imalathaneler, zamanla sanatçı atölyelerine, galerilere dönüşüyor. New York Guggenheim da ilk şubesini Soho’da açtı. Arkasından Soho uçtu. Biliyorsunuz Londra’daki Tate Modern Müzesi de önceden bir elektrik santraliydi. 2000 yılındaki millenium kentsel dönüşüm paketine girdi ve müze oldu. Şimdi burası galeriler, şirket merkezleri, lüks emlak kaynıyor. Gerçekten de müzelerin, sanat merkezlerinin kent toprakları üzerindeki finansal, spekülatif hareketlerde çok önemli bir rolü var. Çünkü bir iletişim gücü, markalandırma gücü var. Bu gücü sayesinde, emlak alanında da, değindiğim gibi, finansal bir dinamik yaratıyor. Guattari, “zamanımız iletişim kapitalizminin zamanı” diyor. 

MÜZELER POLİTİK ALANLARDIR

Son olarak şunu sormak istiyorum. Kitapta, müzelerin sponsor şirketlerle ilişkilerinden de söz ediyorsunuz. Örneğin BP’nin Tate’e sponsor olmasıyla ilgili büyük eylemler düzenlendi ve gösteriler başarılı oldu. Türkiye’de de benzer bir durum varken, neden bu tür eylemlerle fazla karşılaşmıyoruz?

Protestoların olduğu yerlerde müzeler toplumsal politika alanları olarak görülüyor. Küresel finans merkezi Wall Street’i işgal eden “Occupy Wall Street” hareketi, toplumsal kutuplaşmayı öne çıkarıyor. Onun için sloganları “%1 - %99”. Yüzde 1’lik bir azınlığın yüzde 99’luk bir çoğunlukla kıyaslandığında sahip olduğu serveti, egemenliği, iktidarı vurguluyor. Bu hareket Wall Street eylemlerinin peşi sıra, gene aynı sloganlarla “Occupy Museums” işgallerini başlattı. Müzeleri de bu toplumsal kutuplaşmanın odakları olarak hedef alıyordu.

Bizde ise sanatçılar ve aydınlar ne müzeleri ne de sanatı böylesine politik alanlar olarak görüyor. Guggenheim, Tate gibi müzeler özel müzeler olsalar da, insanlar buralardaki sanat birikimine sahip çıkarak, yönetimleri üzerinde baskı uyguluyor ve başarılı da oluyor. Bugün Guggenheim Abu Dabi müzesinin inşaatındaki çalışma koşulları, New York’taki Guggenheim işgallerinin dikkatleri oraya çekmesiyle bir ölçüde düzeldi. Çevre kirliliğinin baş müsebbibi olan şirketlerden BP, Tate Modern Müzesi’nin sponsorluğundan uzaklaştırıldı. Sanat himayesiyle çevreye verdiği zararları örtbas etme girişimleri teşhir oldu. Ama tabii İngiltere, kamusallığın ana vatanı denebilecek bir birikime, deneyime sahip. Bizde söz konusu sanat olunca, müze olunca, kamunun bu kadar duyarlı, bilinçli, tepkili olduğu, öyle Gezi’dekini andıran eylemleri göremiyoruz. Tabii bir de ifade özgürlüğü, gösteri ve eleştiri hakları üzerindeki yaşadığımız koyu baskıları hesaba katmak gerekir.