BİR KÜLTÜREL POLİTİKA MEKANI OLARAK SANAT-HAYAT DİZİSİ

Mart 1999, Bellapais.

Kültür/Politika, Kültürel Politika

Ne zamandır ‘politika’ iktisattan ve toplumdan, kültür bölgesine göçüyor. Kültür ise maddi üretimden öte, gösterge üretimiyle ilişkilendirilerek kavramlaşıyor. Veya önceden beri farklı ‘yapı’lara (alt/üst) ayrıştırılan bu iki üretimin şimdi birbiriyle kaynaşması, meta ile göstergenin örtüşmesi kültürü karşılıyor. “Today consumption defines the stage where the commodity is immediately produced as sign, as sign value, and where signs (culture) are produced as commodities” (Baudrillard). “What capitalizes capital is semiotic power” (Guattari).

Anlamların, değerlerin, kimliklerin, öznelliklerin kurulduğu/dönüştüğü ilişkileri kuşatan kültür, toplumsal düzen kadar, benliklerimizin de keşfedildiği, deneyimlendiği, iletiştiği, yeniden üretildiği bölgeyi gösteriyor. ‘Politika’ ise farklı toplumsal kimliklerin bu bölgedeki temsiliyet ve iktidarıyla belirleniyor.

Kimin tarihi; sesi/sözü, dili/metni? Nelerin imgeleri? Hangi kodlar, semboller, mitler, mekanlar, metinler...? ‘Kültürel Politika’ bunlara ilişkin; temsil dünyasındaki baskılara, eşitsizliklere, ayrımlara, egemenliklere ilişkin. Bu gibi soruların sorulduğu müzakerelere, itirazlara, muhalefet ve direnişlere ilişkin. ‘Ekonomi politika’ ile kıyaslamak gerekirse, burada ekonomik yerine sembolik belirleniş, homo economicus yerine homo significans gözetiliyor. “Theoretical focus has shifted from class as subject of history to the cultural constitution of subjectivity, from economic identity to social difference. In short political struggle is now seen largerly as a process of “differential articulation” (Foster).

Tarihten Kültüre

Kültürün çekimi, tarih yazımını, önce ulusun tarihselleştirilmesi, ardından ulus-teleolojilerinin ötesindeki anlatıların peşine sürükledi. Özellikle ABD üniversitelerindeki kimi Doğu’lu –çoğu Hindistan’dan- akademiklerin yön verdikleri, aslında bir ölçüde de kendi varoluşlarını soruşturdukları, ulusötesi araştırmalar (transnational studies) ve maduniyet araştırmaları (subaltern studies), giderek dallanıp budaklanıyor. Bu araştırmaların yoğunlaştığı, özellikle kolonyalistin, muktedirin, hasmın söyleminin temellük edilmesi (appropriate) üzerindeki müzakerelerin (‘oto-kolonizasyon’, ‘oto-oryantalizasyon’), Osmanlı kültürel coğrafyasındaki modernleşme deneyimlerinin tarihleştirilmesinde verimli sonuçları olacağı kuşkusuz.

Bu müzakerelerde, zamanın kurduğu, ikici diyalektikler müphemleşirken, melezlik, arayüz (interface, interstice), sınır, eşik gibi kavramlarla mekana gönderen diyalojiler aranıyor. Her toplumun eklemlendiği, yekpare, evrensel modernizm anlatıları sökülerek, çağdaş kimlikleri belirleyen tikel modernizmler keşfediliyor. Zaten bu keşfe girişmedikçe, ‘üçüncü dünya’nın seslendirdiği modernizm eleştirileri nefessiz kalıyor ve ister istemez, Batı’nın itiraz ettiği, onun geçmişine ait anlatılardan yansıyor. Örneğin, kendini tarihselleştirmeye yanaşmayan çağdaş sanatımız, postmodernizmin ifade, dil, araç ve tekniklerini tereddüt etmeden devreye soktuğunda böyle bir dolayımı sergiler. Çünkü Batı’da postmodern çağdaş söylemler kendi modernizmlerine atfen kurulurken, bizdekiler onların bu egemen söylemlerine atfen kurulur; bu coğrafyanın sanatı hiç kaydedilmeksizin. Başkası kendi geçmişini, biz onun şimdisini alıntılarız. Böylece irsi Batılılaşma takıntısı nükseder durur.

*

Gerçekliğin yeniden inşasına ilişkin iddiasında kuşkuya düşen tarih, bir yandan da yoğun olarak kendi tarihini ve bu tarihin belge, hafıza, arşiv, müze gibi zihni ve maddi sahnelerinde temsil edilen iktidarları gözlüyor. “Şimdi”nin hüküm sürdüğü bir zamanda, yaşayan hafızanın tükenmesiyle, hafızanın arşive, müzeye, ‘database’lere devredilerek bir imgeler ve dolayısıyla temsil sistemine dönüşmesi üzerinde duruluyor. Antikiteden Rönesans’a sürüp gelen ve sözel kültürün bir ‘tekniği’ sayılan mnemonics’in yarattığı “Hafıza Sarayları”nda hatırlamayı kolaylaştırmak için birtakım imgeler (enteryörler) icat edilmişti. Ardından hatırlatma işlevini yazı devraldı. Şimdiyse yazının yerine yeniden imgeler geçiyor. Ancak artık öncekinin tersine, hatırlananlar birtakım imgeleri değil, imgeler hatıraları kuruyor. Zamanımızda tarih, sonsuz bir imgeler arşivinden derlenen, kurgulanan temsiller olarak yorumlanıyor. Ve artık hatırlamaktan çok belki de unutarak yazılıyor.

Sanat Tarihinden Görsel Kültüre

“Just as anthropological assumptions and social imperatives govern the shift from history to culture, so psychoanalytic assumptions and technological imperatives govern the shift from art to visual. Here the image is to visual culture what the text was to poststructuralist practices: an analytic that reveals the object in new ways, but sometimes to the detriment of materiality and historicity” (Foster).

Görsel kültürün donanımı da arşive dayanıyor. Sanat nesnelerinin röprodüksiyonlarının derlendiği arşivler, önce modern sanat tarihinin inşa edildiği muhayyileyi biçimlendirdi. Andre Malraux modernizmin özündeki zaman ve mekan aşırı stilleri röprodüksiyonlardan kurduğu Muhayyel Müzesinde keşfetti. Foucault, Flaubert’in The Temptation of St. Antony kitabını, edebiyat tarihinin gözde eserlerinin yer yer yeniden canlandırıldığı ve bu özelliğiyle kütüphaneyi hatırlatan bir tür röprodüksiyon olarak düşündü. Aynı bağlantı Manet ile müze arasında da kurulabilirdi. Ne var ki çağdaş kullanımlarıyla röprodüksiyon, artık bir muhayyel müzeyi, arşivi, sanatın tarihini değil, sanatın kendisini anlamlandırıyor. Modernitenin sembolik düzeninin mis en scène’i olarak ‘modern müze’ işlevsizleşiyor. Hızla çoğalan günümüz müzeleri, kentleri ya da şirketleri sembolleştiren birer gösteri merkezi, kitle iletişim merkezi halini alıyor. Müzelerde de zaman yerine mekana ilişkin bir deneyim baskın oluyor. Zaten ekran müzeye, müze ekrana dönüşmüş durumda.

Kitle iletişiminin sanatı kuşatmasıyla, oldukça kalabalık bir grup sanatçı medyanın ‘harikalar yaratan’ ve ‘şok eden’ estetiğini temellük ediyor ve kendi mitlerinin peşinde, zaman zaman PR uzmanı bir girişimcinin, zaman zaman da (ya da aynı zamanda) birkeşişin rollerine bürünüyor.

Mekanın Yükselişi/Mimarlık

Modernite, toplumsal değişim, ilerleme, teknolojik/toplumsal/politik devrim süreçlerine odaklanıyordu. “İlerleme, mekanın zaptedilmesini, bütün mekansal engellerin yıkılmasını ve sonunda mekanın zamanla yok edilmesini” gerektiriyordu (Harvey). Oysa “postmodernite mekanın zamanı” (Jameson). Ve çağdaş düşüncede zamansal kategoriler geriye çekilirken, mekanı çağrıştıranlar onların yerini dolduruyor. Nomenclatur’de, örneğin devrim, evrim, gelişme, süreç, teleoloji, ütopya, dönem, stil gözden düşerken, yerlerini heterotopya, paradigma, construction/deconstruction, displacement, territorialization/deterritorialization gibi vurgusu zaman yerine mekan olan kavramlar alıyor.

Mekanın yükselmesiyle, yüzyıl başında mühendisliğe ve mekan estetiğine öykünen mimarlık, şimdi mühendisliğe galebe çalıyor. Nitekim postmodernite tasavvurlarını ilk kışkırtan mimarlık, yaşantıların mekan boyutundaki başkalasmasının farkedilmesinde de aynı rolünü sürdürüyor. Önceden kentin değişik bölgelerine planlanmış olan bir dolu etkinliğin (zoning), kültürün, toplumsal grubun aynı çatı altında toplanması, kamusal/özel, içerisi/dışarısı gibi ayrımları eskitiyor. Sivil toplum öncesi bir ‘izdiham kültürü’nün (the culture of congestion) (Jameson, Koolhas)odakları kabul edilen bu mikrokozmoslar, yerleşik yönetim, hukuk kalıplarını da yerinden ediyor. Modern dünyada, ‘kültür’, ‘mekan’ ve ‘yönetişim’ (governance), örtüşürken, günümüzdeki alış-veriş merkezleri, ofis blokları ve konut sitelerinin kamusal sonrası (post-public) dünyasında, yönetişim merkezî olmaktan uzaklaşarak, bir yandan özelleşiyor, bir yandan da bu mekanları ülkeler ötesinde birbirine bağlayan küresel zincire devroluyor; 16. Yüzyıl öncesinin yerelleşmiş politik rejimlerini akla getiriyor.

Sanat/Kültürel Politika

Sanatı kültürel politika bağlamında müzakere edenler, süregelen egemen temsil pratiklerinin kabul görmesi veya yok edilmesi ötesinde politik tutumlar arıyorlar. Bu tutumlar, isyanı sanat formlarında saklı kalan avant-gardizm veya özne-sınıf retoriğinin formalara dökülmesiyle didinen sosyal-realizm, ya da geçerli formları ‘alt-yapı’ya temellendiren eleştirel modernizm gibi önceki dönemlerden devrolan sanatsal politikaları yeniden tasavvur ediyorlar. Bu tasavvurlarda kültürel ve ekonomik arasındaki yapısal karşıtlık, ilkinin ‘metalaşması’ ikincisinin de ‘sembolleşmesi’ karşısında parçalanıyor. Ekonomik sömürü kültürel tabiyet ile birleşerek hegemonyaya işlerlik kazandırıyor. Bu nedenle temsilin kültürel kodlarının, sembolik üretimin, anlamlandırma süreçlerinin denetimi, maddi üretimin, üretim araçlarının denetimi ölçüsünde hayatiyet kazanıyor.

*

Günümüzde kültürel tabiyet, çelişik toplumsal söylemlerin aynı ‘tarafsız’ anlatılar içinde (mass-cultural myths) eritildiği, ötekinin ya farklılığının teslim edilerek, ya da benzeştirilerek işlendiği bir temellük hareketi bünyesinde etkin oluyor. “Kültürel düzlemde temellük, ekonomik düzlemdeki mülksüzleşmeyi karşılıyor” (Foster).

Barthes’da miti oluşturan kültürel kodların, temsillerin, sembolik olanın, soyutlanarak indirgendiği süreçlerden, Baudrillard meta-imgenin mantığı olarak söz ediyor. Üretim ve tüketim düzenleri kadar, iletişim düzenine de nakşedilmiş bir mantık. Böylece ‘öteki’ bir imge gibi tabiyet altına alınarak, ticari anlamda yararlı (üretici) hale getiriliyor. Farklılık ise çoğu kez, toplumsal denetim ve metaların yenileştirilmesi uğruna imal ediliyor.

Buna karşı kültürel politika ve ‘politik sanat’, egemen kodların, mitlerin çözülüp, teşhiri ve yeniden kodlanıp mitleştirilmesi strayejilerini deniyor. Baskı altındaki dili baskıcı olana karşı kurarak, (minörü majör karşısına çıkararak: Guattari/ Deleuze), tabiyet altına alınarak gömülmüş olan bilgilerin arkeolojisini (Foucault), geneolojisini (Nietzsche) yaparak başka bir gelecek arıyor.

*

Türkiye’de entelektüel yaşam hızla medyayı mekan ediniyor ve kültürel ürünler çoğu kitle iletişim ortamlarında kodlanıyor. Medya ise politik yaşamı beslediğine inanılan kamuoyunun her yerde işlevsizleşmesi karşısında kamusal alan işlevini devralarak politika sahnesini oluşturuyor. Bunu modern politika biçimlerine, mecralarına karşı inancın yitirilmesi, politik seçeneksizlik ve giderek çaresizlik izliyor. Öyle ki, Avrupa’nın kendi düşünce geleneğine karşı en radikal başkaldırıya giriştiği bir anda, Türkiye’deki radikal çevreler, AB üyeliğini, bu başkaldırıya açılarak değil de, başkaldırılan hümanizmlere tutunarak meşrulaştırabiliyor.

Politikanın aşınmasına karşı itirazlar ve kültürün egemen temsil sistemlerine tabiyetinden çözüştürülmesi yolunda direnişler, yaşamın her cephesini kendi tarihsel özgünlüğü ve toplumsal bağlamı içinde kavrayan kültürel politika mekanları yaratıyorlar. Sanat/Hayat dizisinin de böyle bir mekan oluşturacağını umut ediyorum.